Güzellik algılamasının bozulması hakkında


1.
Güzellik, Tanrı'nın/kutsalın elementar ifadesidir derken, O'nun ifadesinin insandan insana geçişi pratikleriyle ilgilenen sanatın "Çağdaş dünya"daki durumunu kısaca mercek altına almak gerekiyor. "Modern" sanatın günümüzdeki durumu başlı başına bir sorun teşkil ediyor. Sanatın hak ettiği yerine oturması ve gerçek işlevini yeniden yerine getirebilmesi için önce, gözelliğin ve sanatın bozulması (ve bozulmanın tarihi) üzerinde kısaca durmalıyız.

Sistem elitlerine ve onların dünyasına yakın olmayı bir tür kalite kanıtı sayan modern 'sergi salonu sanatçıları'nın eskiden beri çok yakındığı bir şey vardır: Anlaşılmamak!.. Siz sanatçısınız, o kadar didinip onca "işler" yapıyorsunuz, "işlerinizi" sergiliyorsunuz, ama sanattan anlamayan bu halk, zahmet edip de sizin serginize gelmiyor, gelenler de birşey anlamıyor! (Aslında "anlayanlar" da genellikle birşey anlamıyor -da anlamış gibi yapıyor!)

Bu yakınmaların bir haklı, bir de haksız yanı bulunmaktadır. Türkiye'yi ilgilendiren haklı yanı: Güzelliğin/sanatın her türüyle -yani Yaşayan Tanrı'nın/kutsalın dünyadaki ifadeleriyle- sorunlu "Müslüman" neoliberallerin, halkı "din adına" kültürsüzleştirmeleriyle ilgilidir. Modern kültürü sadece mal/hizmet estetiğine indirgemiş, modern sanatın her türünü reddetmiş ve mümkün olduğunca kendilerinden uzak tutmuşlardır. Reddettikleri kültür yerine -birkaç sembol dışında- hiçbir şey koymadıklarından, halk kültürsüzleşmiştir. Bugünün "Muhafazakar kültür"ü ve çok sözü edilen -ülkenin/devletin dönüştürülmesi anlamında- "değişim"in bir kültür/uygarlık projesi olarak ciddiye alınması hiç mümkün değildir. Ve Anadolu'nun kültürsüzleşmesinden başka birşey sayılamaz.

Tanrı'yı, bugünün somut dünyasında yaşamayan/bulunmayan sanal ataerkil bir despot sayan "değişimci" anlayış, kutsal Kur'an'ı, bir tür ideoloji metni gibi kullanıyor. Sosyalist toplumlarda herkese, okullarda Lenin/Mao gibi "usta"ların kitapları kutsal kitap gibi ezberletiliyor ve noktası-virgülüne kadar herkese, o kitaplara uygun yaşamaları empoze ediliyordu. Herkesin birbirini kontrol ettiği bu sistemin baş özelliği, "sosyalist sanat" gibi kıytırık bir şey adına, halkların tarihi birikimleriyle elde ettikleri bütün kültür ve sanatları "burjuva sanatı" diye katletmesidir. Özgürlüğün olmadığı yerde yapılan "sosyalist" sanatın sanat olmayacağı açıktır. Benzeri bir durum şimdi Anadolu'da dikkat çekmektedir. Buradaki lanet, bizzat kutsal kitabın ideolojik indoktrinasyon aracına dönüştürülmesi ve katledilen sanatın/kültürün yerine, uyduruk da olsa bir "islami sanat"ın bile konmamasıdır. Bu şartlar altında kültürsüzleşen halkın sanata hiç ilgi duymaması malesef doğaldır -ve halkın bu hali, onun bozulmasını da beraberinde getirmektedir.

Ama halka yönelik "Sanattan anlamıyorlar" yakınmalarının bir de haksız yanı var. Ve bu yan, -dünyayı ilgilendiren daha geniş bir açıdan bakıldığında- yukarıda kısaca değindiğimiz haklı olan yandan çok daha önemlidir.


2. Güzellik algılamasının bozulması

Güzellik algılamasının giderek bozulmasının birbiriyle ilişkili iki temel çizgisinden söz edilebilir. Bunlardan ilki, antik çağlarda bazı yerlerde ortaya çıkan bir bozulma eğilimidir; diğeri, modernleşmenin/kapitalistleşmenin ortaya çıkmasıyla birlikte, o eski antik bozulma çizgiden de güç alarak gelişen modern kültürsüzleşme eğilimidir.

Güzellik algılaması, herşeyden önce kişiye özel bir durumdur, insanın '(özgün karakterli) kişi' olmasıyla, yani özgür biri olmasıyla ilgilidir ("Birey" olmasıyla ilgili değildir. "Birey", bir modern/kapitalist toplum formatıdır ve bu yazının konusu değildir). İnsan, başkalarının şartlandırmasına göre değil, kendi özgür ruhuyla güzellikleri algıladığı ölçüde onları özgün bir şekilde yorumlayabilir ve başka insanlara kendi yorumunu sunabilir. Bu nedenle gerçek sanatçı, bir 'özgün özgür kişi'dir. Eski zamanlarda insanın bir tür sanatçı ruhuna sahip olduğunu, sanatın hayatlarındaki yerine bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. Eski uygarlıklarda hiçbir antik sanatçı, bugün sanatçı olduğunu iddia edenler gibi sergi-mergi açmazdı! Bir Mısırlı sanatçının piramitlerde sergi açması gibi bir şeyin komikliğine bakarak, bugünkü modern sanatın içine düştüğü trajikomik durum daha iyi anlaşılabilir.

Sanat, Lev Tolsy'un dikkat çektiği üzere sanatçı, güzellik duygusunun kendinden diğer insanlara (hepsine) geçmesini sağlayabiliyorsa sanatçıdır. Sadece üçbeş kişinin "anladığı" şey sanat olamaz. Günümüzün "Sanat" anlayışı ise, toplumda otoriteler tarafından "resmen!" sanat kategorisinde değerlendirilen herşeyin, herkes tarafından otomatikman "sanat" olarak değerlendirilmesini gerekli kılmaktadır. Bu tanıma göre, biryerlerde sanat diye -belli bir kuratör yönetiminde- sergilenen her şey sanattır! Elbette değildir. Çünkü sadece bu anlayış bile sanatın ruhuna aykırıdır. sanat, kişi tarfından bizzat algılanmalı/hissedilmelidir. Hayatın böyle sanat/politika/ekonomi/din cinsinden kategorilerle birbirinden "kesin çizgilerle" ayrılmadığı ve bunların her birine ayrı birer beton bina tahsis edilmediği kapitalizm öncesi dönemlerde sanat, herşeyiyle bir bütün olan hayatın o halka özgü karakterini yansıtan bir çizgi ile ilgiliydi. Bu nedenle de Sümer sanatını Mısır sanatından ayırabiliyoruz. Bugün bir ülkenin sanatını diğerinden ayırmak zor, çünkü kepsinde para/mal kültürü hüküm sürmektedir ve para kazandırdığı sürece dış görünümün, sanatın önemi yoktur. Günümüzde sanat, hayatın bütününü yansıtmadığı için ve çirkinliği de sanat malzemesi yapabildiği için (bu konuya döneceğiz), toplum dışı kalıyor. "Anlaşılmayan" bir sanat zaten sanat sayılamaz. Lev Tolstoy'un bu konudaki tanımı çok açıktır ve doğruya bizce en yakın duruştur. Yüzlerce yıldır söylenen türküler var. Bestecileri -elbette- bilinmiyor. Her insanı coşturabiliyorlarsa -ki yoksa bu kadar uzun ömürlü olamazlardı- sanat eseridirler. Tolstoy, Baudelaires gibi ünlü şairleri sanatçı saymamakta, hatta Beethoven'in bazı eserlerini bile kötü sanat eseri ilan etmektedir. Topluma hakim olan "güzel" anlayışını kabul etmeyen ve kendisi yargılara varan bu anlayışıyla Tolstoy, sanata en doğru yaklaşımın önemli bir örneğidir. (Bkz. Lev Tolstoy, "Sanat Nedir". Mazlum Beyhan çevirisi, İstanbul 2007)

Bugün eski uygarlıklardan bahsederken mesela 'Mısır kültürü' veya 'Hitit kültürü' gibi sözler kullanıyoruz ve burada kullandığımız 'kültür' kavramına sadece el işleri ve süslemeler değil, ekonomi de, din de, devlet yönetimi de dahil oluyor. Eski kültürlerde, hayatın her alanının belli bir özgün estetik ve güzellik anlayışına uydurulmaya çalışıldığını, güzelliğin/estetiğin fonksiyonelliğe -asla- kurban edilmediğini görüyoruz. Bu önemli özellik, Eski Dünya Düzeni'nin en önemli temel özelliklerindendir. Ve bu eski anlayışın, modern/kapitalizmin tüm dünyayı kaplamaya kalkan ama şimdi ağzının üzerine yere çakılmakta olan sonuncu biçimi Yeni Dünya Düzeni'nin betonarme çirkin fonksiyonelliğiyle alakası yoktur ve tabii güzelliği çirkinliğin ambalajı olarak kullanan piyasa estetiği anlayışına da terstir. Amaç para yapmak olunca, güzellik önemsenmemektedir. Çünkü doğanın önce mal sonra malın paraya dönüştürülmesi kapitalist denkleminde, güzellik faktörü bulunmamaktadır. Dünyanın çirkinleşmesinin temel nedeni de budur. Ekonomi güzel değildir. Politika güzel değildir. Sistemin esası güzellik ötesi olunca, dünya sürekli çirkinleşmekte, para adına doğal güzellikler (ve diğer güzellikler) mütemadiyen bozulmaktadır.

Güzellik anlayışının tarihteki ilk bozulması, güzelliğin "toplumsallaştırılması" ile başlamıştır. Burada sözkonusu olan durum, güzellik algılamasının esasen 'kişisel' birşey olduğu anlayışının ortadan kaldırılmasıdır. Eski Yunan uygarlığında, daha öncesinden farklı olarak yeni bir güzellik kavramı ('Kalos') ortaya çıkmış ve klasik güzellik algılamasını değiştirmiştir. Yeni anlayış, bir tür "toplumsal güzellik"ten bahsetmekteydi ve tek tek kişilerin güzellik anlayışı yerine, bir topluluğun "ortak" güzellik anlayışı anlamına gelmekteydi. Bu anlayış, Tanrı/kutsal ile bağlantılı güzellik algılamasının temel özelliklerinden ikisine ters'dir. Güzelliği algılamayı 'özgür özgün kişi'ye bırakmayıp, bu insan formatını bir elite maledip ortadan kaldırıyor ve insana, neyin güzel olup olmadığını yukarıdan dikte ediyordu!.. Böylece insan, güzelliği bizzat görüp onun hakkını vermek (veya vermemek) yerine, toplumun güzel sayması gerektiği düşünülen şeyleri "güzel buluyordu!" Buradan, güzelliğin algılaması konusunda bir tembellik ortaya çıkarılmıştır. Doğrusu, güzelliğin, Tanrı'nın/kutsalın elementar ifadesi olarak, herkes tarafından bizzat algılanması olmalıdır. Ama bunun sağlanabilmesi için de insanın özgür olması gerekmektedir, yani birilerinin ona sürekli -her konuda- neyin doğru neyin yanlış olduğunu söylemeye cürret etmemesi gerekir. Temel kural budur. İlk bozulmanın modernleşme/kapitalistleşme dönemindeki hızlanması, ekonominin ayrı bir kategori olarak hayattan ayrılmasıyla başlamıştır. Sonra diğer, kendi içinde "homojen" kategoriler ortaya çıkmıştır. "Sanat", o kategorilerden biridir. Tıpkı "Kültür" gibi, "Politika" gibi. Bu saçmalığa göre bir ekonomistin kültürle alakası yoktur, bir sanatçı da ekonomiden anlamaz, bir din adamı bunların hiçbirinden anlamaz vs. Sanat ve estetik, sosyal hayattan dışlanmıştır (çünkü pek para etmiyor) Bu mantığın Türkiye'de vardığı en vahim nokta: Günümüzün betona/asfalta kesmiş estetikten tamamen uzak, her biri diğerinin kopyası Türk şehirlerinin "güzel" ilan edilmesidir
. Türk şehirlerinde, 60-100 sene öncesine kadar yapılmış binalar da olmasa, bir güzellikten/estetikten bahsetmek gerçekten cesaret işidir. İstanbul'da (ve Allaha şükür daha birçok yerde) ise güzellik, sadece doğal şartların değiştirilemez güzelliği sayesinde (mesela Boğaziçi), güzel kalmayı başarmıştır, tamamen bozulamamıştır. (Neoliberaller, Anadolu'nun her köşesine diktikleri -anlaşılan çok para kazandıran!- her biri diğerinin kopyası uçuk pembeli-morlu yüksek binalardan oluşan sonsuz sayıdaki siteyi sahiden güzel sanabiliyorlar, harcadıkları yüksek asfalt/beton miktarıyla övünebiliyorlar! Günümüz dünyasında zevksizliğin/kültürsüzlüğün bu kadarına sadece Ortadoğu'da, Çin'de ve bazı Afrika ülkelerinde raslanmaktadır)

Güzelliğe/sanata kayıtsız/karşı bu anlayış, Yeni Dünya Düzeniyle (YDD) vardığı noktada, doğanın/iklimlerin pervasızca katline kadar götüren körleşmenin yerel ifadesi olabilmiştir. Fakat günümüzde insanlık, artık -insanlığın varlığına kasteden- bu tehlikeli durumun farkına varmaktadır. Bu güzel gelişmeyi de ilk başta, Yaşıyan Tanrı'nın/kutsalın dünyadaki elementar ifadesine, yani doğal güzelliğe (ve gerçek sanata) borçluyuz. Bilim adamları, balta girmemiş ormanların, engin buzulların, kutup ayılarının, Bengal kaplanlarının, soyu tükenen diğer hayvanların, bitkilerin nasıl bir hızla dünyayı terkettiklerini, güzelliklerin nasıl yok olduğunu, geriye kalan korkunç boşluğun muazzam bir ruh fakirliğine yol açtığını ve çirkinliğin, korkunç bir lanet olarak insanlara geri dönmek üzere olduğunu anlamışlardır. Doğal güzellik, yani güzelliğin temel/öz biçimi, nelerin yitirilmekte olduğunun anlaşılmasını sağlamıştır. O güzelliğin görülebilmesi, insanın henüz barbar beşer haline gelmediğinin kanıtıdır. Modern kapitalist yaşam biçimi güzelliği piyasa estetiği haline getirip yozlaştırmış, hatta çirkinliği güzellik ilan etmeye kadar vardırmıştır "işi", ama güzelliği sosyal hayattan silememiştir, yasaklayamamıştır.

Onların yapamadığını, Anadolu'da neoliberaller yapmaya kalktılar -hem de sadece neyin güzel neyin çirkin olduğunu dikte ederek değil -onun da ötesinde; güzelliği/sanatı, etkisi altındaki halka din adına yasaklayarak. Başaramamışlardır. Onların "dünüşüm" dedikleri YDD projesi başarısızlığa uğramıştır. -Başarmaları mümkün de değildi. Çünkü güzelliğe/sanata uzak olmak demek, akla da uzak olmak demektir. Akıldan uzak kalanlar, işi kurnazlıkla götürmeye çalışırlar. Kurnazlıkla haksız/hızlı/geçici zaferler kazanarak bir süre idare edilebilir, ama kurnazlığın kutsallık prensibiyla hiç alakası yoktur -ve bu yüzden asla aklın yerini tutamaz. Akılla kurnazlığın yarışı, Ezop'un tavşanıyla yaşlı kaplumbağası arasındaki yarışa benzer. Yarışa tavşan hep hızlı girer, ama kaplumbağa her zaman kazanır...


(devam edecek)