Atelier III

İstanbul Birleşik Devletleri

1.

Uyanış

Rüyamda uyuyordum. Sıcaktı. Uyurken kollarım ve bacaklarım, yatağımın en serin yerlerini arıyordu, vücudumun değmediği kenarlara, yastığımın altına süzülüyor, bedenimden uzaklaşmaya çalışıyorlardı. Nemli sıcak sahiden var mıydı yoksa rüyamda mıydı. Bu tehlikeli soruyu aklımdan kovdum. Sol kolum, ısıttığı yerden kalkıp taş duvarın serinliğine sığındı. Sakinleşince ilk, damlaların tıpırtısını duydum. Yakınımda küçük bir pınar mı akmaktaydı? Denizi tercih ederdim. Kahvaltıda, dalgalar halinde pencerenin önüne doğru atılan, masamıza hiç uzanamayan denizi. Kendimi suyun sesine, dalgalanan denizin, ya da damlayan pınarın sesine bıraktım. Sesler ahenkle harmanlanıp, makamını çıkaramadığım garip bir müzik, bir melodi halinde sardılar beni. Uzaklarda çalınan küçük ziller, çıngıraklar, kalın baslar, zımbırdamalar gonglamalar. Ve kalp atışımı taklit eden derin bir bas. Yavaş yavaş benliğime katışan, beni teslim alan, uyuşturucu mantar zehirinden farksız serin bir hoşluktu. Zehirlendikçe gülümsüyordum. Rüyamda gülüyordum. Gülen yüzümün çizgileri, bir bebek kadar masum, taze ve derinliksizdi. Henüz belirgin bir karakterim yoktu. Bu umurumda da değildi. Yüzükoyun, sağ yanağımın üzerine yatmıştım. Bedenimin tam üzerinden kendimi seyrediyordum. Saçlarımı, ensemdeki sivilceyi, sırtımdaki beni. Görüyordum.
    Uyuduğumu biliyordum ve uyanmak istemiyordum. Uyanınca ormandaki papağanların çığlıklarını duyabilirdim. Ormanın buğulanan nemini hissetmek, Kıyamet Tarihi dersinden imtihana girmek, ormanın içindeki dar patikadan Haliç'e yürümek istemiyordum. Uykudaki halimin annesi, uyanıkkenki annemden çok daha müşvik bir kadındı. Tıpatıp birbirine benzeyen, ama karakterleri tamamen farklı iki güzel kadın. Rüyamdaki annem, odamın kapısına doğru beni uyandırmaya gelirken, hep o neşeli şarkıyı mırıldanırdı. Kısacık saçları ve yüzündeki gülümseme, onu olduğundan çok daha genç gösterirdi.
    “Ey uykusu çok, gözlerim uyan...”
    Güneşin doğuşu gibi, her zaman güzel bir şarkı. Uykumun gün doğumu. Gözlerimi açmadan havayı kokladığımı gördüm. Demek uykumda da uyanıktım aslında ve gözlerimi açmaya cesaret edemiyordum. Kızarmış ekmek kokusu muydu o, yoksa nem ve papaya kokusu mu. Hangisi? İşte bundan pek emin olmasam da olurdu. Merakım, uyanmayı göze alabilecek kadar keskin değildi. Bu şarkıdan sonra bir hayal kırıklığını kaldıramazdım. Derinden gelen müziğin dinip, annemin şarkısının odamı kapladığı sessizlik anında, sıkı sıkıya tutundum şarkıya. O şarkının eriştiği küçük mutfakta, masanın başında, gazetesini okuyan babam vardı. Kuğu boyunlu ve çekik gözlü kız kardeşim de oradaydı. Küçük küçük tabaklar, balığa çıkmaya hazır kıyıdaki balıkçı teknelerinden ala bir düzen tutturmuş, kahvaltı masasının ortasını kaplamışlardı. Ya zeytinler? Morumsu kahverengi, parlak siyah zeytinler. Kardeşimin sevdiği koyu yeşil, kırık Karamürsel zeytinleri. Tulum, keçi, tereme, Kandıra ve kaşar peynirleri.
    Hepsi, reçel kayığından büyük porselen kayıklara binerler. Amiral gemisi, her zaman salata tabağı olur. O hep ortada durur. Salata gemisinin ilk ve son yeşil soğan yaprağını mutlaka kardeşime bırakırız. Çok sever. Nemin olmadığı, sıcağın terletmediği, porselen gemiler filosunun her sabah denize açılırken annemin şarkılarını dinlediği, kardeşimin muziplik yapıp bizi güldürdüğü serin bir dünya. O garip müzik hep dolanır aklımın karanlık köşelerinde. Onu duymamak, işitmemek, bilmemek isterim. Uyanmadan yataktan kalkıp kahvaltı masamıza yürümek...
    O garip müziğin yayıldığı yerden şimdi başka bir ses duyuyorum. Tanımadığım bir erkek sesi.
    “...Bir Kasım İkibindokuz Pazar. Sayın dinleyiciler, şimdi haberler...” 
    Sonra adam mırıldanmaya başlıyor. Derken ses kesiliyor.
    “Kapattılar” diyorum içimden.
    Yatağımın başucundan, sadece bir tek adım atarak erişebileceğim kapı annemin eli değene kadar yoktur. Kapıyı hiç yoktan var eden, kısacık saçlı güleç annemin güzel elidir. Tıklatınca aniden var oluveren kapıdan geri döner ve evin bana en uzak köşesindeki kahvaltı masasına doğru ağır ağır uzaklaşır şarkısıyla. Uykumda uyansam, kapının önünden başlayıp peynir gemilerinin yanında son bulacak yolculuğuma çıksam, ilelebet neşeli annemin yanında kalsam.
    Gözümü açarsam, ölümün ötesinden, Hakk'a yürüyüp buralara kadar geldiğim o sonsuz yolculuğun sonunda bambaşka bir yere de çıkabilirim. Hiç konuşmadan bana bakan, nadiren gülümseyen, uzun saçlı diğer annemin yanına. Annemi severim. İkisini de. İnsan annesini sever. Ama kısa saçlı annemi faha çok severim. O çok güzel şarkı söyler.
    “Biz Heybeli'de her gece, mehtaba çıkardık...”
    İkinci şarkısı bugün böyle.
    Sadece sırtımı ve kalçalarımı örten ince pikenin altın sarısı ipeğinin üzerine kırmızı gül desenleri işlenmiş. Güneşin düştüğü yerleri alev gibi parlıyor. Sol bileğimde, fil kılından bir bilezik var. Gene o garip müziği duyuyorum. Karnım kasılıyor. Yatağımın eriyip cıva kıvamında bir sıvıya dönüşmekte olduğunu görünce, hemen gözlerimi kapatıyorum. Bir panik hali. Yatağa gömülüyor muyum gerçekten? İnsan yutan kum bataklığına benzer cıva ıslaklığını, soğukluğunu hissediyorum bedenimde. Tanrım. Yatağa gömülen, uyuyan suretimi o halde görmeye dayanamıyorum. En mutlu halinde ölmekte olan birinin meraklı, heyecanlı ama korkusuz halindeyim.
    Kokular alıyorum. Ağır ve derinden gelen kokular. Bu bir orkide kokusu galiba. Kızarmış ekmek kokusunu tercih ederim. Annemin şarkısını hayal meyal duyuyorum. Tek tesellim, şimdi başka bir şarkı söylediğini biliyor olmam.
   Papaya ve orkide kokusu. Mantarlı ve yosunlu nem kokusu, Rüyamda gözlerimi açıyorum. Sadece derin bir karanlık. Ben nerdeyim? Cıva gibi zehirli yatak, bedenimi içine çektiği halde dalgalanmıyor. Halkalanmıyor. Topkapı'da Enderun talebelerinin yatakları kadar kusursuz bir şekilde gergin duruyor. Ben bu rüyayı görmüştüm. Aynı gergin yataktı. Başucu böyle mükemmel bir el işçiliğiyle süslü bir şey saraydan başka nerede olabilir. O zaman da, rüyamda gözlerimi açtığımda yoktum. Ve ben gözlerimi açmaya, hala cesaret edemiyorum.
    Annemin güzel sesini hayal meyal duyduğumda, evin en uzak köşesinden çok daha uzaklara gittiği sanısına kapılıyorum. Bir dakika. O mu gidiyor, yoksa ben mi uzaklaşıyorum? Bu soruya uyanabilirim.
    Diğer annem şarkı söylemez.
    Kulak kesiliyorum.
    “Kalk bakalım küçük bey!”
    Sonra tekrarladığı değişmez ikinci cümlesi.
    “E hadi ama!”
    Hayır, iki cümlesini de duymuyorum. Sadece derin bir sessizlik ve uzaklardan gelen kuş cıvıltıları, böcek zırıltıları.
    Annem beni uyandırmak için bazen yatağımın kenarına oturur. Önüne sarkan uzun saçları, olduğundan daha dar ve uzun gösterir yüzünü. Ciddi ama sevimli bir yüzü vardır. Narin bir karacadır o. Büyükannem annemi böyle sever.
    Annem nerede?
    Uyandırmayacak mı beni?
    Artık kalkmalıyım. Bu karanlıktan çıkmalıyım.
    Hayır en iyisi uyumak. Uyumak, uyumak ve uyanmamak.
    Serin çarşaflı yatağımda yüzükoyun yattığımı düşünebilsem. Bir düşünebilsem. Ama artık olmuyor işte, yapamıyorum. Kayıtsızlık kaplıyor içimi. Yaşlı ruhlar gibiyim.
    Uyanmanın zehiri esir alıyor beni. Kalkmalıyım.
    Karanlıktan çıkıp, koridorun sonundaki kahvaltı masasına ulaşabilecek miyim. Annemin şarkısını duyabilecek miyim. Neydi o şarkı?
    Benim şarkı söyleyen neşeli bir annem vardı. Yüzü nasıldı? Unutmamalıyım. Hatırlayamasam da onun hayalini kuracağım. Ama doğru hayali kurabilecek miyim?
    Taşta aradığım sakinleştirici soğuk, beni üşütüyor. Nemli ve ıslak. Bacağım buz gibi. Uyanınca unutmamalıyım. Annemi hep aklımda tutmalıyım.
    Hala uyuyor muyum?
    Derin karanlık birden yırtılıyor. Gözkapaklarımın ardında, arada yanıp sönen keskin bir ışık var. Ezan sesi duyuyorum. Şu İranlının sesi değil mi bu. Bugün müezinlik onun işi demak. Sabah ezanı mı akşam ezanı mı okuyor. Gün doğuyor mu, batıyor mu. Sabah olmamış mıydı. Yoksa akşam mı. Işığı kim açtı?
    Gözkapaklarımın ardından sızan kuvvetli ışık artıyor. Yattığım yerde yanıma dönüyorum. Bacağımdaki ıslaklık canımı sıkıyor. Pikeyi üzerime, sonra başıma çeksem de kurtulsam aydınlıktan. Şimdi de karanlığı arıyorum. Biraz karanlık. Karanlıkta biraz daha uyku. Ne olur.
    Uykumda, uyanmadan yürümeliydim. Nereye doğru yürüyeceğimi hatırlamıyorum. Rüyam aydınlık. Ben gözkapaklarımın ardında karanlık istiyorum.
    Başıma çektiğim pikeye rağmen ışık, gözkapaklarımı delip geçiyor. Gözlerimden girip başımın içini, ta içini aydınlatıyor. Cam gibi şeffaf bir böcek larvasından farkım yok. içimi aydınlatıyor ışık. Gözlerimi açabilsem, göğsüme bakıp kalbimin attığını görebileceğimden eminim. İçimde başka da birşey yok. Ben güzel rüyalar görmüştüm. Neydi onlar? Gölgem ışıkta kayboluyor. Işık herşeyi siliyor, arındırıyor. Hani Kıyametin parlayan, insanları bir anda yok ettiği söylenen yumuşak ışığı sanki. Bir taraftan da öyle kesin, öyle acımasız ki. Ölümün ışığına benziyor.
    Yattığım yerde yeniden dönüp, başımı kollarımın arasına gömdüğüm halde karanlık kayboldu. Işık orada, dışımda. Gölgeler yeşil yeşil kıpırdamayı sürdürdü. Bizimkilerin 'Zümrüt Orman' dedikleri şeydi kıpırdayan. Evet oydu. İstanbul Birleşik Devletleri’nin tropik yağmur ormanlarına okkalı bir küfür savurdum içimden. Bacağıma iri bir damla daha düşünce, Gözlerimi araladım.

2.
Zümrüt yeşili

Köredici bir ışık parlaması. Yanılmamıştım. Hafifça araladığım gözkapaklarımın ve kirpiklerimin arasından gördüm yeşili. Rüzgarda hafif hafif sallanan sık yaprakların arasından sızan güneş ışığı, beni bulunduğum yere çivileyecek kadar yoğundu. Kalkmayacağım. Yattığım yerden kalkmayacağım.
    Yağmurdan sonra pırıl pırıl parlayan ormanı denizden seyretmek büyüleyicidir. Hele gökkuşağının altından geçerek Hayristanbul'a yelken açmak gibisi yoktur. Geçersen bütün hayallerin gerçekleşir derler. Hayallerin ne kadarsa, o kadarı gerçekekleşir. Büyük sürprizler bekleme. Yeşile karşı korkuyla karışık saygı duyarmışız. Pöh. Ben bu bela ormana zümrüt mümrüt diyemeyeceğim. İnsanla arası pek de iyi olmayan, kendi başına buyruk bir dünya. Ormanın içinde yürümektense, Boğaz'ın karşı kıyısına yüzmeyi tercih ederim. Dışarıdan bakınca olmadık havalı laflar yumurtlayan, ormanı yere göğe koyamayanlar da yağmurda dışarı adım atmazlar. Ormanın içinde kendimi, sırtı ağaçlarla ve sarmaşıklarla kaplı gizemli dev bir yaratığın üzerinde gezinen aciz bir böcek gibi hissediyorum. Devlerden daha dev bir dev. O "hayranı olduğum" zümrüt yeşili her an tepeme inebilir ve beni yeşil bir gergedan böceği gibi ezebilir. Bunu düşünmesi bile sırtımın ürpermesine yetiyor. Ölümden korkmamak gerektiğini öğreten hocaların da korktuğundan eminim. Fi tarihinde Zümrütköy'ün kenarına devrilen, neredeyse elli insan boyundaki sekoya ağacından geriye kalanları gören biri korkmayacak da ne yapacak. Ağaç iyi ki kimseyi ezmemiş. Gövdesinin kalınlığı bile beş insan boyundan az değil. Var sen yeşilin gücünü hesab et.
    Kötü tesadüfler sadece günahkarları ezer. Bak bu önemlidir işte. Herkesin iyi insan olmak için yırtınması boşuna mı? İyi insan olmak için paralananlar -ki onları hiç sevmem- sırf korkularından iyi insandırlar. Biz bunlara kendi aramızda iyinin kötüsü diyoruz. Ölümün ne olduğu bilindiği halde gene de ölümden çok korkanlardan çekinmek gerekir. Bize Enderun'da böyle öğrettiler. Malum doğa kanunları falan bir yana, olmadık tesadüfleri sık yaşarız. Alimlerin kestirmeden Tanrı'nın Düzeni dedikleri şey budur. Tesadüflerin yasasını inceleyen hocaların vardığı sonuç bu. Bunları Cemalettin Hoca pek güzel anlatır. İnsanın kötü tesadüflerden korunması, iyi tesadüfler yaşaması, onun korkusuzluğuna, arınmışlığına, iyi insan olmasına falan bağlı bir şeydir. Güzelliği her yerde arayıp bulmak, güzellik üretmek de buna dahil. Söylemesi kolay. Ufak tefek hata yapmadan olmuyor ki. Tanrı'nın da bu hatalardan bir şikayeti olmadığına göre, iyiliği abartmanın lüzumu yok.
    Ben, ortalama iyilerden biriyim diyebilirim. Seyfiyye, Nezihi dervişliği falan derken iyilik  ipinin ucunu bir kaçırdın mı, kafa karıştırıcı tesadüfler yaşıyorsun. Çok iyi olmak da bir dert. Ben sakin bir hayattan yanayım. Macera, bizim Pırpır Recai ve onun gölgesi Kara Niko gibi heyecanlı tiplere göre. Eh onlar da maceracılıkta pek iyi sayılmazlar aslında. Zaten 'İlmiye' ile 'Seyfiyye' sınıfı arasında salınıp durmaları da bundan. Maksat, daha iyi olup acaip olaylara şahit olmak. E rahatını bozmadan, tehlikeye atılmadan da mümkünü yok yaşanmaz o abuk subuk olaylar, tesadüfler, bilmem neler. İlmiyye gibisi var mı? Sakin mi sakin. Her şey kuralına göre işliyor. İnsan, Hikaye ve Tarih Mühendisliği talebesi olunca kendi anlattığı maceralı hikayelerin gerçeğine merak sarıyor herhalde. Hangi gerçeğine? Oradaki karışıklık da başka bir mesele. Her neyse.
    Niko'nun işi çok daha farklı. O kavram kurgulamayla ilgileniyor. İlmiyye'nin saygın bir kolu. 'Seyfiyye'ye katılıp da ne olacaklar? İstanbul Birleşik Devletleri'nin yasa koruyucuları, bekçileri mi? Can sıkıcı bir iş. Tamam, onlardan olacaklar diyelim. Peki kılıç kullanmayı biliyorlar mı? Eh biraz. Ama yetmez. Sert yay çekmeyi biliyorlar mı? Hayır. Niko biraz gerebiliyor, ama hep hedefin soluna sallıyor oku. Okçular 'şaşı' diye az dalga geçmediler. Pırpır çekemiyor bile. Pırpır, daha doğmadan 'İlmiye' sınıfına seçilmiş, hocaların gözdesi çelimsiz bir oğlan. Hadi Enderun merakını anlarım da, askerliğe göz dikip Seyfiyye'ye dahil olmak istemek de ne. Hocalar ona "Olmaz" deyip o yolu kapattılar işte. Dinleyen kim? Yasak olmasına rağmen Pırpır'ın kısa bir tahta kılıç taşıdığını biliyoruz, hem de tik ağacından. Kimseye söylemiyoruz. Beş kişilik grubumuzun yeni sırrı. Allah vere de o kılıçla bir günaha girmese.
    Zümrütköy'de maceracı gençler tayfası dendi mi, akla hemen bizim iki kafadar geliyor. Çocukluk arkadaşı olmasak 'Bana ne' diyeceğim. Diyemiyorum. Saraylarda yaşamak, ilimle, sanatla ve Dünya yönetimlerinin koordinasyonuyla uğraşmak varken, Seyfiyye'nin suskun ve ciddi adamlarından biri olmak niye? Üstelik onlar zırt-pırt ortadan kaybolur, dünyanın uzak yerlerine gönderilirler. Bazen geri de gelmezler. Dönenlerin ağzını bıçak açmaz. En güncel örnek, bizim grupa yeni katılan Cevad. Çocuk, benim tanıdığım, Seyfiyye'den İlmiyye'ye geçen tek talebe. Daha önce bir de kız geçmiş böyle yıllar önce, şimdi kimbilir nerede. Annem kadar kadın olmuştur.
    Benim, arkadaşlarım kadar iyim'ser, gülüm'ser, güzel'ser olmamam riskli tabii. Bakarsın ağacın biri günün birinde benim de başıma inebilir. Hatta yeşilden çıkıveren panterlerden biri boğazımı parçalayabilir. Korkmuyorum... Mmm. Tabii azıcık korkuyorum. Ağaç devrilirken iyi olan insanlar bilip bilmeden, ağacın ezmeyecekleri bir yerde bulunuyor olurlar. Bunun için yeterli iyilik dozunu tutturmak şart elbet. O dozu tutturmak şartıyla birazcık kötümserlikten zarar gelmez. Öyledir değil mi? Bak bu konularda bugün bir soru çıkabilir imtihanda. Konu 'Kıyamet Tarihi'. Nizamettin Hocanın takıntısı.
    Zümrütköyün kenarına devrilen ağacı parçalayıp sert odunundan yararlanmak için tam bir yıl çalışmışlar. Ölü ağaçları bile dirilten Güneş ışığına karşı durabilmek için, yatan ağacın üzerini, ellerine geçen herşeyle kapatmışlar. Çok uğraşmışlar.  Bugün bile, o ağacın odunundan yapılma eşyalar, sandallar kullanılıyor. Annem hep anlatır, Zümrütköylüler, aramızda günahkar yokmuş diye çok sevinmişler. Halbuki günah işine takmış bir sürü ihtiyar yaşar bizim orada. Eski zaman müziğini gizli gizli ginlerler, ama Zümrütköy'ün eski adını ağızlarına alıp, "Beyoğlu" veya "Pera" demezler. Eskiden çok günah işlendiğinden değil, Kıyamet öncesi isimleri kullanmanın uğursuzluk getireceğine inanmalarından. Bak bu soru da imtihanda çıkabilir bu gün.
    Günahkarlar, yani gizli kapaklı kötü işler çevirmiş olanlar, mesela kalp kırmış olanlar, izinsiz hayvan öldürmüş olanlar, kendilerini iyi gibi gösterip kötülük yapmış olanlar, bu halleriyle iyilerin arasında yaşamaya devam edenler, er geç kötü bir tesadüfle hayata veda ederler. Ormana hiç girmeyenden, ormana girmeye korkandan kork. Onların karıştırdıkları bir halt vardır mutlaka. Ah Cemalettin Hoca. Bu kurtu soktun ya kafama. Ormanda sessiz sakin yürüyüp ıslık çalmak yerine, yattığım yerden kendi kendime konuşuyorum işte böyle.


    "Püff."
    "Ne o, imtihana hazır değilsin galiba. Gevşe oğlum biraz. Ahiret sorusu sormayacaklar, alt tarfı bildiklerini anlatacaksın."
    Yakışıklı Sevan, iki yanı göğün sonsuzluğuna doğru yükselir görünen ağaçlardan birine dokundu. Herzamanki dalga geçen malum serseri dikizlerini zift lambasından beter tuttu yüzüme. "Yok lan" dedim. Gerisini getiremedim. Azıcık kızardım. Sevan'a laf yetiştirmek kolay değildir.
    Patikada önüne çıkan iri mantara sağlam bir tekme savurdu.
    "Pırpır, akşam sahile inip o yeni gemiye bakıyor muyuz şimdi" diye bağırdı. Dört kişilik kafilemizin en önünde yürüyen Pırpır Recai, patikayı kesmiş kalın ve kuru bir dalın üzerinden atlarken, filizlenip yolu kapatmaya yeltenen genç bir dalı elindeki kemik orakla uçurdu. Geriye dönüp Sevan'a bakmadan, "Bu akşam" dedi. "Tabii Nizamettin Hoca kıllık yapmazsa."
    Pırpır'ın on adım arkasından yürüyen Niko, "Ne kıllığı yapacak ki" dedi, "olsa olsa dışarı çıkma yasağı koyar. Biz de duvardan atlayıp tüyeriz. Alt tarafı bir akşam yav. Gemiye takılırız, hava kararmadan döneriz."
    "Bak bu işi fazla abartmayalım" dedim. "Yasak koyarlarsa başka bir gün gideriz. Bu akşam şart mı yani."
    "Ne o, korktun mu canım?"
    Sevan, sırtlan gibi sırıtıyordu gene. Kızların bu cins oğlanda ne bulduğunu merak ediyorum. Şeytan tüyü vardı sanki. Bunun gibi hırtlarda ne bulurlar ki.
    "Ne korkması be, bence kurallara uyalım, günaha girmeyelim."
    "Grrrr..."
    Sevan bir yırtıcı hayvanı taklit edip bana baktı. Bu kez beni küçümsediğini de görebiliyordum. "Sen korkuyorsun oğlum" diye bağırdı. "Korkuyorsun işte."
    "Gizli günahlar.. gizli günahlar.." diye gizemli bir ses tonu uydurup sonra bastı kahkahayı.
    "Dikkat et de bir aslan gelip poponu ısırmasın."
    Soğuk soğuk terledim.
    "Geminin adı neydi lan?"
    Soran Pırpır'dı. Sırtındaki kocaman çantasıyla olduğundan daha iri biri gibi görünüyordu. Başını çevirdikçe, çantanın üzerinde sağa sola dönen bir saç topuzu. Annesinin 'Altın küfü' dediği renk. Bu lafı, Pırpır'ı okşayıp da söylemişti. Bir izin meselesiydi yanılmıyorsam. Sahile yüzmeye mi ne gidecektik, aklımda kalmış işte. Altın küfü rengi uzun saçlarını hiç omuzlarına salmaz, ya böyle topuz ya da atkuyruğu yapar. Hava gemilerine meraklı Kinetik Nadire'nin taktığı da bu kız saçı hadisesi son zamanda. Asıl mesele, naz kardeşim naz. Pırpır yüz verse, hemen kucağına düşeceği kesin. Ama bizim oğlan bu, Seyfiyye işine taktığından beri aşk meşk işlerine mesafeli. Bir bekarlık yemini etmediği kaldı. Onu da edecek, kaybedeceğiz kendisini...
    "Paytak Lüfer."
    "Ne?"
    "Paytak Lüfer." Sevan kıs kıs güldü. "Geminin adı böyle birader. Topallayarak yüzüyor herhalde"
    Niko gülmeye başladı. Ona has kıkırdaması, ormanda yankılandı. Birkaç maymun çığlığı ve bir papağan, Niko'nun gülüşüne eşlik etti. Hele papağan, yankı gibiydi. Niko'nun sesini aynen taklit etti. Sonra uzaktan bir taklit kıkırdama sesi daha duyduk. Papağanlar. Derken bir aslan kükremesi geldi. Niko sesini biraz kısarak kıkırdamaya devam etti. Sevan gülmeyi kesti. "Paytak Lüfer, Paytak Lüfeer" diye tekrarladı.
    "Ne biçim ad lan o" dedi Pırpır. Ama atmosfer gerilmişti. Neşemiz gitmişti Ben, en arkadan yürüyen kişi olarak güya grubumuzun ardını kollamakla görevliydim. Elimdeki uzun sırığı da bu yüzden taşıyordum. Sırığın bir ucu sivriltilmişti. Aslan sesi. Olacak gibi değil. Bizim buralarda aslanın işi ne?
    Ormanın içinden yürümelerden nefret ediyorum. Hele bu yoldan. Neymiş? Kestirmeymiş. Evdekiler duysa kıyameti koparırlar. Macera meraklısı tiplerle uyunca böyle oluyor işte. Alın size macera.
    Bütün cesaretimi toplayıp önümdeki Sevan'a, "Ne o, korktun mu lan?" dedim.
    Sevan bozuntuya vermemeye çalışarak, "Benim günahım yok oğlum, sen kendine bak" dedi.
    Niko hala durup durup kendi kendine kıkırdıyordu.
    Ormanda, insanın içine kadar işleyebilen çiçek kokuları ve kuş cıvıltıları yoktur sadece. Asla susmayan sinir bozucu bir böcek zırlaması. İnsanı paniğe sevkedebilen maymun çığlıkları. Yağmur mevsiminde böcek korosuna kurbağalar da katılınca kumpanya tamamlanır. Orman alacakaranlıktır. Sahildeki parlak ışık ormanda yoktur. En az yirmi adam boyu yükseklikteki ağaçlardan biri devrilir de, yoğun yaprak bulutu arasında bir delik açılırsa, ormanın tabanında bir yer güneşi görür. Güneş, yeri gördüğü yerde, bir yeşillik patlamasına yol açarlar. Güneşin verdiği can şaşırtıcıdır. Bazen o güneşli adada bir tek gün içinde insan boyunda sayısız fide peydahlanabilir. Devrilmiş eski ölü ağaçların gövdelerinden bile fideler fışkırdığı olur. Yeşil genellikle o kadar hızlı üreyip büyür ki, büyümesi gözle görülebilir. Ağaçların Devrilirken çıkardığı ses, gökgürültüsünden beterdir. Güneş huzmesinin ormanı deldiği yerde, insanın ayaklarını yerden kesecek kadar hoş kokular peydahlanır. Oraya rengarenk kelebekler, olmadık orkideler, kız böcekleri, arı kuşları, papağanlar üşüşür. En fazla bir ay süren bu mucize, gökgürültüsünden beter o bed sesle, ağacın devrilmesiyle başlar. Ormandaki delik bir köyün, mesela Zümrütköy'ün yakınında ortaya çıktıysa ve ağaç, köyü aykırılamasına ortadan ikiye bölmediyse, ortalık bayram yerine döner. Mucizeyi görmeye önce çocuklar koşar. İşte o çocuklardan biri de mutlaka Pırpır Recaidir.
    Zümrütköy ormanında, diğer ağaçlara yaslanarak, şimdilik devrilmeden durabilen bir ağaç var. Yapılan hesaplara göre, eğer diğer ağaçlar onu tutamaz da günün birinde devrilirse, Salihli stili iki katlı ahşap evlerden birini dümdüz edebilir. Çivit mavisi bu ev, vişneli portakallı renklerle, ornamentlerle süslenmiştir ve yıllardır sadece depo olarak kullanılmaktadır. Pırpır'ın oturduğu İstiklal caddesine uzak olmakla birlikte, onun okul yolu üzerindedir. Yol neredeyse hergün bahçıvanlar tarafından elden geçirilir. Yeşil tarafından yutulmaması için kemikten oraklarla sırnaşık otlardan ve sarmaşıklardan temizlenir. Bahçıvanlık, iş sayılmayan en önemli iştir. Baharda ve yağmur mevsiminden sonra çıldıran yeşilin insanları kovmaması için, bazen herkesin orakla ormana girişmesi gerekebilir. İş sıkı tutulmazsa, orman kimseye acımaz. İnsanlar tası tarağı toplayıp sahile doğru çekilmek zorunda kalırlar. Bu mevsimlerin ardından köylerine tekrar geri döndüklerinde, yepyeni sık bir bitki örtüsüyle karşılaşırlar. Geç kalırlarsa, yeşili temizleyip köylerini kurtaramazlar. Yeşilin yuttuğu bir değil beş değildir. Eski zamanların onca asfalt ve betonunu yutarak azmış, bu hale gelmiş. Tanrı'nın insanlara karşı aldığı bir önlemdir. Kıyametten önceki zamanlarda insanlar dünyayı yaşanmaz hale getirip yeşilin ve hayvanların soyunu tüketmeye başlayınca, fiziksel kimyasal yasalar bile değişmiş. Tanrı'nın doğaya, insanlara hükmetme görevleni verdiğini söyler hocalarımız. Yeşilin arsızlığını, inadını başka türlü izah etmek de mümkün değildir zaten. Okullarda böyle öğretirler. Hayristan medresesi başöğretmeni Cemalettin Hoca'nın gözde talebesi Recai'nin, konu hakkında başka teorileri de var elbette.
    Hayristanbul'a bağlı köylerin tamamına yakını, sırf bu orman belasından, sahil şeridindedir. Bir çoğunda kazıkların üzerine, yeşile mesafeli bir yerde denizin üzerine yedek yerleşkelere sahiplerdir. Zümrütköyün denizle irtibatını tamamen kesen canlı bir dağdır orman. Hele yağmur mevsiminde kimsenin adımını atmadığı bir tür canlı bariyerdir. Çamur ve nemden nefes almanın bile güçleştiği bir tür karabasan. Ormanın üst katı, yeşilin zümrütten sarıya doğru en parlak tonlarını taşıdığı yer aydınlık. Güneş. Kuru. Bizim  O katta hayat bir başkadır.
    Cemaletin Hoca'ın yüzü, akarsuya yansıyan görüntüler gibi dalgalandı hayalimde. Delici bakışları, yaramaz çocukların hınzır masumiyetine sahipti. "Hayat, ciddi olana renkli bir gelecek vaadeder. Bazen yorgunluk galebe çalsa, engeller çıksa, umutsuzluk insanı teslim de alsa, ısrarlı olana yollar er geç açılır. Ciddiyet, sabır, sevgi ve neşe büyük güçlerdir. Bunlara eren kişinin çıkamayacağı dağ, geçemeyeceği orman, aşamayacağı deniz yoktur. Sabırlı bir ciddiyet ve sevgi dolu bir neşe, tahta kılıçlı dervişlerin çifte kılıcı gibidir. Biri yakını diğeri uzağı temsil eder. Biri dışarıda, diğeri içeridedir. Dışarıda uzun, kararlı ve ciddi, içeride kısa, mütevazi ve sevimli."
    Cemaletin Hoca' nın uçuk mavi sureti, suya düşmüş bir damla mürekkep gibi dağılıp erirken, duyulmayan sesi de sözsüz bir dille konuşmayı sürdürdü. Cemalettin Hocanın kendinden emin dik bakışları, suda kaybolmadan önceki son haliyle, belleğime kemik çivi gibi çakılıp yerleşmişti. Gözlerimi inatla açmadan, etrafımdaki kıpır kıpır hayatı ve ormanın sesini dinledim. Gece hiç susmayan kurbağa ve böcek seslerinin yerini kuş sesleri almıştı. Marmara Sekoyalarının bilinmeyen yüksek dünyasında Medresede öğrenip her daim provasını yaptığımız kararlı ciddiyet ve savurgan sevinç hali, yakamozlu gece dalgaları gibi kapladı bedenimi. Hocanın öğrettiklerini iyi kıvırıyordum artık. Bu sevinç halini seviyordum. Hayalimde yazdığım yazılar, aldığım notlar, o acaip pembe ahtapot türünden sağılan mürekkep misali dağılıp gölgeledi içimdeki boşluğu. Kömür isinden elde edilen mürekkeplere benzemeyen zarif bir karanlıktı benimki, kendi yarattığım. Sesizce yürümeye devam ettik. İmtihana yetişmeliydik.


(...)