Yüksek insani değerlerin temel kaynağı: Güzellik


Güzellik, Tanrı'nın ve kutsalın yeryüzündeki elementar ifadesidir. Sanat da bu ifadenin çeşitli şekil ve tarzlarda, insandan insana geçişiyle ilgilenen çabalara verilen addır. Yaşam sevincinden aşk ve sevgiye, oradan kültür ve uygarlıklara, adalete, oradan da ahlaka, aşkın/mistik/tasavvufi yaklaşımlara ve dinlere kadar bütün yüksek insani değerlerin temel kaynağı, güzellik duygusudur. Güzelliğin ne olduğu, çok eski antik çağlardan beri "tartışılmakta" ve kesin bir tarifi yapılamamaktadır -ve bu durum, güzelliğin yüceliğine ve önemine işaret eder.

Güzellik uzunca bir zamandır önemsenmeyen, hatta "lüks" sayılan, kimilerine göre "küçük burjuvalık", kimilerine göre "günah" bir şey haline getirilmiştir. Güzelliğin ilk temel ifadesinin doğa ile ilgili (doğal güzellik) olduğunu, insanı ilgilendiren güzellik kavramının ise hayatla, yani hayatın devamlılığıyla, aşkla, cinse
llikle ve sevgiyle ilgili olduğunu biliyoruz. Güzelliğin en önemli garantisi: Başta vahşi doğanın, iklimlerin, yaşamın korunması ve yükseltilmesi olmak koşuluyla; sevgi ve aşkın (ve tabii kadının ve kadınsı değerlerin) korunması ve yükseltilmesi, bunlar bağlamında özgürlüğün önemsenip yükseltilmesi ilkesidir. (Bunların ne demek olduğu elbette daha çok konuşulacaktır) 2008'de başlayan yeni postkapitalist dönemde temel ilke, bu garantinin sağlanabilmesi için gereken/zorunlu sosyo-ekonomik gelişmelerin önünün açılması olacak gibi görünmektedir. (Bu gelişmelere destek olanlarla köstek olanlar arasındaki çatışmanın sonucu da, köstek olanların -tarihte örneği olmayan- benzersiz bir şekilde yenilerek tarih sahnesinden silinmeleriyle sonuçlanabilir.) Dünyada ortaya çıkan kültürler, uygarlıklar ve onların ruhu konumundaki inanç ve değerler sistemleri, insanlara her zaman nefs terbiyesini de öğretmişlerdir. Çünkü ancak nefs kontrolü ve bu konuda (örneğin aileyi tanımlayan) evrensel insani kuralların ortaya çıkması, insanın sosyal bir varlık olarak yaşayabilmesi, sosyal hayatın kurulup örgütlenebilmesini sağlayabilirler.

Fakat aşk/cinsellik ile dinlere ve Tanrı'ya kadar uzanan aynı temel insani değerler bütününün birbirine uzak görünen o iki ucu arasında beli bir denge olması gerekir. Sosyal hayatta bunlardan birinin diğerine üstün tutulması, hatta birinin diğeri adına küçümsenmesi veya baskı altına alınması kutsallığın doğasına aykırıdır. Tanrı'yı/kutsalı doğrudan veya dolaylı öven ve insani değerleri, doğayı, yaşamı yücelten GERÇEK SANAT'ın yaşayabilmesi için -yani din ve uygarlık gibi yüksek değerleri yaratıp yaşatabilme potansiyelini her daim taşıyabilmesi için- mesela sevgi/aşk/cinselliğin ağır bir baskı altına alınMAmış olması, insanların (ve gayet tabii kadınların da) özgür olmaları gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki, iyilik de, dürüstlük de, nefsine hakim olmak da, güzelliğin birer türevidir. Hepsi güzellik duygusundan doğmuşlardır. Güzellik ve sanatla sorunlu olmak demek, bir noktadan sonra kendi nefsiyle ve diğer insani değerlerle sorunlu olmak anlamına gelir. Böyle bir bozukluktan muzdarip olanın, dinin nefs terbiyesini önemseyen yanını sosyal bir baskı unsuru haline getirmesi ve cinselliğin en küçük ifadesini bile günah sayması, kutsallığı anlamamak ve onun temellerine saldırmak demektir. Kutsal/yüksek/insani değerler, onbin yıllık bir tecrübe sonucu ortaya çıkmışlardır ve temel prensip her zaman güzellik/sanat/özgürlük olmuştur.

Modernizmin/kapitalizmin ortaya çıkışı ile güzellik, sadece paraya tahvil edilebildiği ölçüde "değerli" sayıldı. Güzellik, "fonksiyonel olmak" anlayışına kurban edilip bir tür tüketicilik estetiğine dönüştü. Ayrıca güzellik adına yoz ve pervers/sapkın anlayışların (özellikle 19'uncu yüzyıl sonundan II. Dünya Savaşı sonuna kadar) para/iş odaklı kapitalist yaşam biçiminde, bir elit kültürü haline gelebildiğini de biliyoruz. Fakat tarihte her zaman, güzelliğin kışkırtıcı/şeytani ve insanı bozan bir şey olduğunu din adına savunanlar da olmuştur. Güzelliği sadece amaçları için kullanan ve onu sapkınlığa kadar vardıran (Haşaşiler, Templer gibi) tarikatler de varolmuştur. Tarihte din'i güzellik adına reddeden veya güzelliği din adına "günah" sayan her akım, mutlaka büyük bir felaketle son bulmuştur. Bunun için tarihe bakmak yeterlidir. Böyle anlayışların hiçbiri devamlı olamamıştır. Günümüzde güzellikle sorunlu bir modern tüketim kültürü zaten var. O bile, kendine göre -"kalitesi"ni, yani kalitesizliğini daha sonraki yazılarda konuşacağımız- bir sanata, bir estetik duygusuna sahip.

Ama günümüzde, bir tür sonradan kapitalistleşme/modernleşme/şehirlileşme ifadesi olan "İslami kültürel kimlikçiliğe" has, (1980'li yıllarda başlayan ve 2008'de sona eren neoliberal dönemde) ne bir sanat ne de özgün bir estetik anlayışından söz etmek mümkündür. (Arabi-Sünni) 'İslami kültürel kimlik', Neoliberal dönemin vahşi tüketim kültürünün bozduğu güzellik anlayışının üzerine bir de 'güzelliğin ifadesi sanat türlerini günah saymak ve/veya baskı altına almak' anlayışını eklemiştir. Böylece, Anadolu'nun kültürsüzleştirilmesi gibi korkunç bir durum gündeme gelmiştir. Güzelliği ve sanatı, sadece yoz modern sanata bakarak ve onun cinsel aşırılıklarını sanatın bütününe mal ederek -toptan- reddetmek anlayışı, bazı önemli gerçeklere dikkat çekmektedir:
1. Türkiye'deki ve Ortadoğu'daki şekliyle neoliberal dönemde ortaya çıkıp önem/güç kazanan Arabi/Sünni "İslami Kült
ürel Kimlikçilik" ve onun Bin Ladin'den AKP'ye, ve oradan Amerikalı "Müslümanlar"a kadar uzanan ılımlı/ılımsız bütün türlerinin son yirmi küsür yıllık neoliberal ömürleri süresince ürettikleri -dünyada insan içine çıkabilecek- hiçbir özgün kültür (ve sanatsal ürün) yoktur. Bunun da ötesinde: Sadece modern/yoz sanata karşı değiller. Aynı zamanda güzellikle ve onun ifadesi sanat dallarının çoğuyla sorunlular. "Dindarlık" adına ne müzik yapıyorlar, ne resim çiziyorlar, ne dans ediyorlar, ne tiyatro kurup oyuyorlar ne özgün herhangi bir sanat türü oluşturuyorlar, ne de -çok savundukları- eski sanat dallarında herhangi birşeyler üretiyorlar. Edebi konudaki birkaç istisnayı saymazsak islamcı çevrelerde muazzam bir ruhsal çoraklık söz konusudur. Yani Tanrı'nın ve onun güzelliğinin doğrudan övüldüğü gerçek (mesela 'mistik') sanat türleri de dahil olmak koşuluyla -ki mistik alanda onlardan birşeyler beklemek dindarların hakkıdır- hiçbirşey üretmiyorlar. Çok daha geniş alanda sanatsal ürün vermeye imkan tanıyan, mesela doğa ve insan güzelliği alanında, yaşamın güzelliğini, yaşama sevincini gösteren geniş alanlarda -dişe dokunur, dünyaya "işte yeni islami sanat" diye sunulabilecek- hiçbirşey yok. Bu gerçek, Yaşayan Tanrı'ya/kutsala tamamen yabancı olduklarını gösterir -ve Tanrı'yı soyut/sanal bir şey sandıklarına işaret eder.
2. Sanata ve güzelliğe bu kadar yabancı olmak, sadece, Yeni Dünya Düzeni'nin (YDD) özünde insan doğasına ve kutsallığın her türüne yabancı/karşı "değerler" sistemiyle akrabalığa işaret eder. Akrabalıklarının sosyo-ekonomik temeli zaten mevcuttur. YDD'nin dünyanın başka bölgelerinde uyguladığından bile daha kesin bir kültür/sanat/güzellik katliamı sözkonusudur ("islami kültürcü"lerin Anadolu'da uyguladığı kültürsüzleştirme, sadece eski sosyalist ülkelerdeki kültürsüzleşme örnekleriyle kıyaslanabilir). Anadolu'ya yapılanlar, güzelliği yozlaştırıp meta/mal/para haline getiren YDD'nin dünyadaki temel eğilimine uygundur. Güzelliğin ilk temel kaynağı olan doğanın tahrib edilmesi ve doğa konusundaki duyarsızlık, daha önceki dönemlerle kıyaslandığında benzersizdir. (İlk kez bu dönemde Tuz gölü, Beyşehir gölü, Akşehir gölü gibi koca koca göller neoliberal para/iş "özgürlüğü"ne kurban olmuş, kurumuş veya göllükten çıkmıştır ve Kazdağları gibi doğa harikaları, en küçük bir doğa duyarlılığı izi taşımayan bir zihniyetle para/iş sisteminin vahşi talan zihniyetine açılmıştır
.) Burada en dikkat çekici olan, doğayı paraya/ranta çevirmek tutum ve zihniyetinin, nerdedeyse barbarlığa varan bir kalpsizlik örneği sergilemesi ve bugünün dünyasında benzeri olmayan bir duyarsızlıkla yürütülmesidir. Bu tutum ve zihniyet, Anadolu'nun kültürsüzleştirilmesinin ilk somut sonucudur. Güzellik duygusunun yozlaşması/tahribi kötüdür, ama din adına yasak/günah sayılması ve bu bazda insanların kültürsüzleştirilmesi, çok daha kötüdür. Gerçek din/inanç/kutsallık, yeryüzünü "eziyet mekanı" sayıp, ölümü ve sonrasını "yegane umut" olarak göstermez. Dünya, sürekli ağlama/eziyet yeri değildir, sadece çile çekmek ve kendine eziyet etmek yeri de değildir. Gülen din her zaman, salya-sümük ağlayan din taklitlerinin üstesinden gelmiştir, gene gelecektir. En yakası açılmadık fıkralarla, halka inanç/insanlık dersi vermeyi bilen Nasrettin Hoca, bu prensibin, Doğu Avrupa'dan Mançurya'ya kadar uzanan canlı kanıtıdır.

Türk modernleşmesini Türkiye'yi eski/köklü Osmanlı kültüründen kopmakla suçlayan neoliberal "İslami kültürel kimlikçilik" -ki bu konuda haklıdır (ama bu durum Türkiye'ye özel değildir. Dünyanın her yanında bu ve benzeri olmuştur)- son yirmi küsür yıldır bir tek 'yeni Osmanlı kültürü' örneği veya bir tek alternatif 'islami sanat' eseri üretmemiş olmasına karşın, Türk modernleşmesi, bir kültüre sahiptir ve -çok olmasa da- özgün sanat eserleri üretmiştir. İslamcı çevrelerde güzellik/sanat konusunun ciddi anlamda düşünüldüğüne/konuşulduğuna dair de hiç bir işaret yoktur. Sonradan modernleşmeci neoliberal akımın 'Para elitleri', çocuklarını, sadece para/ticaret yapmaya ve politikaya atılmaya özendirmektedirler (adları da bu nedenle 'Para eliti'dir, çünkü paradan başka hiçbir "kaliteleri", hiçbir numaraları yoktur). İstisnalar hariç, çocuklarını -değil herhangi bir sanat dalına, akademik alana, diplomasi ve benzeri alanlara bile yönlendirmemekte, sadece (kolay yoldan) para kazanmaya özendirmektedirler.

Para eliti'nin sanata yönlenmemesi anlaşılır bir durumdur -çünkü sanatın ortaya çıkması için gereken temel şartların başında gerçek anlamda (kişisel) ÖZGÜRLÜK gelir. Din adına herkesin her şeyine (esasen de kadınlara) karışan, bu temelde halkın üzerinde baskı kurmayı "normal" sayan bir anlayışın, kadına
'Kadın' bile demekten imtina eden, cinsellik çağrıştıran en küçük bir ifadeye bile kapalı -özgürlüğe ters- bir anlayışın, güzelliğe sağlıklı bir şekilde yaklaşması zaten mümkün değildir. Tanrı'yı, kutsalı, yaşamı yükseltmenin, bütün halka sabahtan akşama kadar -sadece- kutsal kitapları hatmettirmekle, insanlığın yarısını "din kaynaklı doğal!" erkek baskısı altında yaşatmakla alakası yoktur. Tanrı'nın dünyadaki ifadeleriyle ciddi bir şekilde sorunlu olanların gece/gündüz kutsal kitap okumalarının, bir noktadan sonra bir anlamı da kalmaz. 'Para eliti'nin eleştirdiği ve 'eskiden kopuk' ilan ettiği modern kültüre alternatif diye sunduğu (mesela daha çok kadın giyimi üzerinden) semboller bütününü, 'kültür' saymak bile mümkün değildir (ancak neoliberal kültürcülük paradigması bağlamında ve piyasa estetiği anlamında bir 'kültür'den bahsedilebilir ve 'Kültürsüzlük kültürü' sayılabilir).

Güzelliğin ve sanatın Tanrısal anlamda önemi nereden gelmektedir? Bunun ilki -tekrar edelim- Tanrı'nın/kutsalın/yücenin yeryüzündeki ifadesinin görülmesi, diğer insanlara gösterilmesi, bunun farkında olunması ve uyandırdığı yüce duyguların içselleştirilmesinin öneminden gelmektedir. Güzelliğin ve sanatın uyandırdığı duyguların içselleştirilmesi, bir tür -çok önemli- sonsuzluk duygusunun kavranması/kazanılması ve yüceltilmesiyle de ilgilidir. Güzelliğin ifadesi (ve onun bir ifadesi olarak gerçek sanat), o güzelliğin karşısında -Gademar'ın deyimiyle- 'zamanı unutarak durakalmak' diye önemli bir hal uyandırmaktadır. Bu, güzelliğin ikinci anlamıdır. (Hans-Georg Gademar burada, 'durakalmak' diye çevirdiğimiz 'verweilen' sözünü kullanıyor -ingilizce: 'abidance'. Bkz. 'Die Aktualitaet des Schönen' Stuttgart 1977 kitabı). Tanrı'nın en önemli sıfatlarından 'Sonsuzluk' kavramı, güzelliğin insana yaşattığı bu önemli sonsuzluk duygusundan öğrenilmiş ve kavramsallaştırılmıştır. (Eski Türkçe ve Moğolca 'sonsuz': 'Möngke', Japonca: 'Mu-gen'). Güzelliğin bu yazıda sayacağımız üçüncü önemi, ideal olanın bir hayalden ibaret olmadığını göstermesidir. Örneğin, 'Cennet' bir idealdir, insanın erişmek istediği yerdir/durumdur. Güzelliğin işlevi, böylesi yüksek ideallerin hayal edilebilmesini mümkün kılmak ve onların gerçek olduğunu/olabileceğini göstermektir. İnsanoğlu, -hem bu dünyada hem de onun ötesinde- Cennet'te yaşamayı hak etmektedir. Ve bunu hakkınca bu dünya koşullarında gerçekleştirmesi, onun güzellik algılamasıyla ilgili bir durumdur. Cennet'in varlığının ilk kanıtı, tüm yüceliklerin kaynağı olan güzelliktir. Tanrı'yı kutsal kitaplara hapseden, dünyanın güzelliklerinden koparan ve onu uzayın ötesinde karanlık biryerlere, hayali/sanal bir dünyaya yollayan, insanlara da çirkinliklerle dolu çilekeş ve yasaklı bir dünyayı "din adına!" reva görenlerin Tanrı'yla/kutsallıkla ilgileri olamaz.

Temel tanrısal prensibe -güzelliğe- karşı çıkarak, ondan doğan diğer önemli insani değerlere (mesela iyilik, adalet, mütevazilik, vd.) -uzun vadede- sahip olmak mümkün değildir. Nitekim uçkuruna göre ahlak, cebine göre ihale, Gazze'yi görüp Darfur'u görmeyen "vicdan", çıkarına göre adalet, ancak güzelliğin din adına bastırıldığı şartlarda mümkün olabilmektedir -ve en kötüsü- halk tarafından da normal karşılanabilmektedir. (Halkı kültürden ve güzellik duygusundan koparmak, insani değerlerin bozulmasına yol açar) Sosyal hayatta etiğin yitimini anlamak için ve bunu önlemek için, önce güzellik ve kutsallık arasındaki bu önemli ilişkiye göre davranmak gerekiyor. Ve tabii bunun sosyo-ekonomisini kurmak gerekiyor. Dincilik, neoliberal dönemin ifade biçimlerinden biriydi. Bu dönem şimdi sona ermektedir. Asla unutulmaması gereken şey şudur: Tanrı/kutsallık soyut bir hurafe değildir. O'nu içten içe hurafe sananlar, "meydan nasıl olsa boş, bunların savunucusu/sahibi yok, millet de bu hikayelere inanıyor, eh bu hikayelerin terecisi de biziz, o halde bunları istediğimiz gibi eğip bükerek para/iktidar için kullanırız..." diyenler, tarihte her zaman felakete uğramışlardır. -Eh tarihten öğrenmeyenler için tarih tekerrür eder!

(devam edecek)