Finans krizinin mekaniği ve krizin devletleştirilmesi hakkında


Dünyanın en büyük beş global yatırım bankasından üçü battı. Lehmann Brothers, Meryll Lynch ve Bear Stearns tarih oldu. 1929’daki finans krizinden sonra birçok Wall Street bankeri bürolarının camlarından atlayıp intihar etmişti. Şimdi tüm bürolar klimalı, pencereler açılmıyor, intiharlar duyulmuyor. Duyulmaması çok da iyi, zira piyasalar çok duyarlı çok duygusal. 'Kapitalizmin sonu' söyleminden kaçınan ve Polyannacılık oynayanlar haksız sayılmazlar: Dünya piyasaları 1971 yılına kadar somut bir şeye, ‘altın’a endeksliydi, o zamandan beri de ABD’ye (ve fiili dünya parası Amerikan Dolarına) olan ‘güven’e endeksli. Warren Buffet bunu, ‘Güvencesiz/karşılıksız her kâğıt para sistemi, politikacıların güvenine bağlıdır’ diye ifade ediyor. Bu nedenle 'pozitif düşünmeye' ve pembe yalanlar söylemeye devam ederken, bir yandan son krizin mekaniğini, boyutlarını, izlemesi muhtemel güzergahları ve önlemlerin hangi zihniyeti esas almasının doğru olabileceğini konuşmayı ihmal etmemeliyiz.

Yaklaşık otuz yıldan beri durmadan büyüyen spekülasyon ve kredi balonu, dünya ekonomisinin esas dinamiğini oluşturuyor. Reel ekonomiye yatırım imkanının ve getirisinin azalması nedeniyle, sermaye finans piyasalarına kayıyor. Sadece tüketiciler değil, devletler de sürekli borçlanıyorlar, faaliyetlerini borçsuz döndürmekte zorlanıyorlar. Sorun bir ‘aşırı birikim’ sorunudur ve Türkçesi şudur: Teorik olarak, piyasalarda, dünyayı onlarca kez satın alabilecek kadar çok para dolaşmaktadır. onlarca dünya olmadığına göre bu kadar çok para hayalidir ve maddi temeli yoktur. Güven endeksinin 2001’den sonra 11 Eylül, Afganistan, Irak derken fena halde erozyona uğraması sonucu, bu hayali/sanal sermaye balonunun kritik eşiği aştığı ve realite iğnesine dayandığı görünüyor. Günümüzde ‘balon’ gibi oldukça sevimli bir metaforla anılsa da, Marx’ın daha 1857’de analiz ederek adını ‘fiktif/sanal sermaye’ (fiktives Kapital) koyduğu duygusal/kurgusal sermaye türü, II. Dünya Savaşı öncesinin neredeyse üçyüz yıllık kapitalizm tarihinde yaşananların hepsinden daha ürkütücü bir krize girmiş görünüyor. Ürkütücü, çünkü olağanüstü büyük bir balon.

Marx tarafından tarif edilmiş sistem mekaniğine göre; ağırlık merkezi spekülasyon, faiz amaçlı kredi ve fiyat dalgalanmaları olan sanal sermaye ile onun reel karşılığı arasındaki fark büyüdükçe, finans krizi olma ihtimali de artıyor -idi. Otuz yıl öncesine kadar geçerli olan konjonktürel kriz mekaniğine göre sanal sermayenin yeniden krize girmesi gerekiyor idi. Fakat İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra en geç 1970'li yıllarda olması beklenen büyük finans kriz yaşanmadı. Onun yerine, sadece ‘zorunlu büyük kriz’ baskısını hafifleten ve Doğu Bloku’yla (ve Ortadoğu ülkeleriyle vs.) sınırlı kalan bir çöküş yaşandı. Parası pul olan reel sosyalizmin (yani kooperatist kapitalizmin) çöküşü, kapitalizmin hanesine yazılmadı. Krizin (liberal) kapitalizme sıçramasını önleyen asıl etmen, altın endeksinin kaldırılmış olmasıydı. Böylece sanal sermaye, yeni spekülatif mecralara akarak çökmeden çoğalmayı/şişmeyi sürdürebildi. Burada altı özellikle çizilmesi gereken durum herhalde şu olmalıdır: Beklenen büyük kriz önlenmemiştir, sadece ötelenmiştir. Bu süre zarfında sanal sermaye balonu, reel gerçeklerden tamamen uzaklaşarak tarihte hiç olmadığı kadar şişip uçmuştur. Robert Kurz'un tahminlerine göre şu anda dünyada dolaşan uluslarötesi paranın yaklaşık yüzde doksanyedisi, reel olmayan spekülatif sermayedir ('Das Weltkapital' Berlin 2005, s.234). Burada en rahatsız edici gerçek, sanal sermayenin eninde sonunda reel değerlere dönmek zorunda oluğudur. Bu dönüşün toplum ve devletler açısından ne anlama geldiği ve sonuçları üzerinde şimdiye dek pek durulmamıştır. Ama bir Çin atasözü, durumu kısaca özetlemektedir: ‘Çok yüksekten uçan, çok derinlere düşer.’

Ücretli çalışanların ürettiği mal ve/veya hizmetlerin, maliyetinden daha fazlaya satılması sonucu ortaya çıkan (üretime bağlı) artı değer birikimi, reel sermayeyi oluşturur. Dünyada reel sermayenin üretilmesinde temel rolü oynayanlar hâlâ işçilerdir. Sanal sermaye ise 'kapitalist çalışma ve üretim sistemi' ile değil, spekülasyonla, fiyat dalgalanmalarıyla, faiz almak amacıyla verilmiş kredilerle vs. oluşur. Bu yüzden de duygusaldır ve güvene endekslidir. Sanal sermeyenin üretilmesinde çalışan ve aynı zamanda sanal sermaye tarafından finanse edilen yeni sınıf ise, adına kısaca 'Beyaz yakalılar' dediğimiz ve günümüzde işçilerden yüzlerce kat daha kalabalık olan yeni kesimdir. Patronla çalışan arasındaki sınırlarının yer yer belirsizleştiği yeni kesim, çeşitli kademelerdeki büro ve (Türkiye’de daha çok) dükkan çalışanlarından oluşmaktadır. Miktarını kimsenin bilmediği çok sıfırlı sanal sermayenin eriyerek reel değerine doğru düştüğü aşamada beyaz yakalılar sınıfı, yaptığı işle kendi reel hayatını idame ettirebilecek durumda olmayan kesimdir.

Krizin özü, reel ekonominin sanal ekonomiyi artık taşıyamıyor olmasıyla ilgilidir. Reel/sanal dengesinin bozulmasındaki bir diğer etmen de, 1980'lerde yaşanan mikroelektronik devrimin yol açtığı rasyonalleşmedir. Sistemi taşıyan üretici sınıfların (işçi-köylü) sayısı giderek azalmakta, daha az kişiyle daha çok üretim yapılabilmektedir. Temel özelliği, (amacını patronun belirlediği) ücretli iş, bu kapitalizme özgü çalışma sistemi çerçevesinde üretilen somut mal ve hizmetler, onların paraya tahvil edilerek daha pahalıya satılmaları sonucu elde edilen artı değer olan bir sistem için bunun anlamı: Sistemin kendi altını oymasıdır. Son otuz yıllık süreç, sistemin temellerinin fena halde aşındığını ve taşıdığı yükün de fena halde büyüdüğünü göstermektedir.

Son çeyrek yüzyıldır sanal sermayenin katlanarak büyümesi nedenlerine eklenen ve balonu çok daha fazla şişiren en önemli kalemler, özelleştirmelerden gelen paralar ve yüksek faizlerle devlet borçlanmaları olmuştur. Bu paralar, dolaylı olarak tüketime yansıyıp reel ekonomiyi de canlandırdığından, temel neoliberal politikalar arasında yeralmışlardır. Devletler, aynı politikaların bir devamı olarak, hızla eriyip sönen sanal sermayeye garantör olma eğilimindeler. Nitekim TBMM komisyonlarından da, bankalardaki mevduatların yüzde yüzüne iki yıl süreyle devlet güvencesi vermeyi öneren bir kanun taslağı geçmiştir. Garantörlük, ödenmeyen borçları ödemeyi kabul etmek anlamına gelmektedir. Devletler, kriz durumun geçici olduğu düşündüklerinden böyle bir riske giriyorlarsa, sahiden ödemek zorunda kalacaklarında neler olacağını da düşünmek zorundalar. Özel firmaların/bankaların borçları -ulusal sınırlar ötesi bir şekilde- bir kurumdan diğerine kaydırılarak geçici de olsa idare edilebiliyor. Devletlerin borçlarını birinden diğerine kaydırmak ise mümkün değildir.

Sürekli ertelenen ve faizle yükselen, üstüne bir de çürük kredilerin garantörlüğü yüklenen borçları ödeme günü gelebilir. Şimdi ABD’nin, böyle bir tehlikeyle karşılaşma ihtimali hiç de az değildir. Bu tehlikeye en çarpıcı örnek, kapitalizmin 1788'de, Fransa’da patlak veren ilk büyük finans krizinde olanlardır. Borçları ödeyemeyip tamamen parasız kalan ve 'kanun benim' (L'etat, c'est moi) sözüyle tarihe geçen ünlü kral XVI. Lui’nin kasasında 16 Ağustos 1788 günü sadece dörtyüzbin Livres kalmıştı ve bu para, devletin bir günlük giderinin ancak dörtte birini karşılıyordu (John F. Bosher, ‘French Finances 1770-1795’ Cambridge 1970). Kral 1789’da, devleti, tacı ve tahtıyla o borcun altında kalmıştır. Ardından, hakkında ‘emperyalizm’ sözcüğünün tarihte ilk defa kullanıldığı Napoleon gelmiştir ve uzun kanlı savaşlarla yeni bir tarihsel dönem başlamıştır.