Modern zamanlarda ortaya çıkan ulusdevletlerinin tamamı, çeşitli etnik ve dînî halk gruplarının zamanla kültürel bir homojenleşmesi ile paralel gelişme göstermiş yapılardır. Elbette bazıları bu sürece kendince avantajlı bir yerden başlamıştır ve daha uzun bir süre içinde oluşmuştur, mesela ABD böyledir. Avrupa kökenli halkların bir karışımı ve kapitalist sistemin etkisiyle homojenleşerek Beyaz, Protestan Hristiyan, Anglosakson faktörün esası teşkil ettiği bir sosyolojik yapıya dönüşmüştür (gerçi şimdi bu değişiyor, Hispanics ve Siyahiler giderek daha belirleyici oluyorlar, ama kültürel konum esasen henüz değişmiş değil). Tarih içinde zaten başka nedenlerle homojen kalmış Japonya, (ve Kore) gibi Asya ülkeleri de sistemin homojenleştirici özelliklerini sistem içinde sağlam ve zengin bir yer edinebilmek için kullanmışlardır.
Türkiye, kapitalizmin dayattığı kültürel homojenleşmeyi Osmanlı döneminde, "Millet kompartımanları"nda milliyetçileşmeler ve kendi içinde homojenleşmeler olarak yaşamıştır. Mesela Anadolu'da Hristiyan Rum köyleri Türk köylerinden çok daha modern ve (modernleşme anlamında) uygar iken, Türk köyleri daha iptidai, sadece din eğitimiyle yetinen, dış dünyayla ilişkileri sınırlı yerlerdi. Hristiyan köyleri ise modernleşmenin getirdiği okula önem veren, yeni hijyene, dünyada (yani Batıda) olanlardan haberdar yerler olarak ortaya çıkıyorlardı.
Modernleşme sürecinde ABD'de nasıl "Kuzeyliler" ile "Güneyliler" ayrımı çıktıysa ve bunun etkilerinin bugün bile tamamen silinmediği vaki ise, Japonya'da da ülkeyi Batılı ülkelere açanlar (açmak zorunda kalanlar) ile buna karşı olanlar arasındaki zıtlaşma tarih boyunca çeşitli kesimlerin (hatta Japon mafyası Yakuza'nın) siyasi yaklaşımlarında görülür. 19'uncu yüzyılın başından itibaren modernleşmenin bugünlere uzanan tipinin gelişmesi başlarken, modernleşme karşıtları bazı ülkelerde sadece yenilip etkisizleşmekle kalmamış, tamamen tarihten silinmiştir, mesela Çin'de. Ama modernleşme konteksi içindeki eski zıtlaşmalar, farklı partiler içinde kendilerine yeni ifade biçimleri bulmuşlardır. Türkiye, modernleşmenin eski merkezini teşkil eden Avrupa'nın hemen yanıbaşında bu gelişmeyi başından itibaren izlemekle birlikte -ki bu bir yerde zorunlu bir durumdur, çünkü mesela III. Selim Napolyon'un modern ortusunun ne kadar etkili olduğunu görüp modern Nizam-ı Cedid ordusunu kurarak bu konuda ön almıştır- daima sert bir modernleşme karşıtı direnişle karşılaşmıştır. Bu konuda Türkiye yalnız değildir, benzeri durumlar bu bölgede diğer ülkelerde de, ve tabii Rusya'da da yaşanmıştır (İran'da da, Arap diyarında da vd.) ama modern Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu ve Çin'deki gibi "modernleşme düşmenı Gelenekçileri" tamamen tasfiye etmiş gibi görünürken, bu kesimler, özellikle -ABD dayatması Sovyet korkusuyla- çok partili rejime geçildikten sonra adeta yeniden doğmuşlardır.
Türkiye'de modernleşmenin Atatürk öncesindeki son Osmanlı devrinde milliyetçileşmeler istikametinde "İttihat ve Terakki" çizgisi üzerinden devam ettiğini görüyoruz. Bu hareket, dünyadaki tüm benzeri milliyetçi hareketler gibi dini pek önemsemeyen bir hareketti ve giderek gelenekselden uzaklaşarak Avrupa'yı örnek alan bir modernleşmeden yanaydı. Doğru ya da yanlışlığı bugün tartışmalı olsa da, o dönemde bu, genel trendi teşkil ediyordu ve son Çin imparatoru Pu Yi bile (Japon üniformasına benzeyen) üniforma giyiyor, özel hayatında melon ingiliz şapkası takıyordu. Bu çılgın dönemde gelenselliği savunan ve modernliğe karşı çıkanların durumu genellikle çok acıklıdır, mesela Türkiye'de (Çin'de çok akıllı geleneksel düşünürler de Mao dönemine kadar yaşamıştır ve yazdıkları da hâlâ okunur kıvamda entelektüel pırıltı taşır), ama bunların pek entelektüel değeri bulunmaz. Bu dönemde Türkiye'de modernleşmeye karşı direnişi ve geleneksel yapıyı savunan fikriyatın ifade bulduğu yapı, "Hürriyet ve İtilaf Fırkası"dır.
Bilindiği üzere Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran subaylar, devlet adamları ve entelektüeller esasen "İttihat ve Terakki"nin ya devamı, ya da onun da temsil ettiği modern milliyetçiliğe yakın olanlardır. Çin'de modernleşmeciler gelenekçileri tamamen yok ettikleri halde Türkiye'de bu yapılmamış, engin bir bağışlayıcılık ve hoşgörü ile "Hürriyet ve İtilaf" zihniyetinin yeniden hayat bulup güç kazanarak Türkiye'nin yönetimini ele geçirmesine -demokratik teamüller dahilinde- izin verilmiştir. Ve tabii demokrasinin bir modernleşme ürünü olduğu ve zaten modernleşmeye karşı olan bir kesimin gücü eline geçirdikten sonra demokrasinin kurallarına uymayabileceği ihtimali pek düşünülmemiştir.
Son Padişah VI. Mehmet Vahdettin'in son Damat Ferit Paşa Hükümeti, "Hürriyet ve İtilaf Fırkası" hükümetidir ve bu -bugün İslamcılar ve türevleri tarafından temsil edilen- çizginin neyi savunduğu anlaşılırsa, bugün, Osmanlı'nın uzatmaları oynayan gelenekçi son karikatürünü daha iyi anlamak mümkün olacaktır.
Cumhuriyet kurulmadan önce, I. Dünya Savaşının sonundan itibaren bu gelenekçi kesim, Türkiye'nin Hindistan gibi bir İngiliz sömürgesi olmasından yanaydı. Bu konu tayin edici önemdedir, -zira mesele İngiltere'nin mi Fransa'nın mı Almanya'nın mı sömürgesi olmak seçiminden ziyade, sömürge olmak veya olmamakla ilgili bir durumdur. Sömürge olmayı kabul etmek demek, Türklerin bu bölgedeki bin yıllık özgür ve özgün devlet/uygarlık kurucusu olmak ambisyonlarını sona erdiriyordu. Yani Türklerin, Almanlar İngilizler Fransızlar Ruslar gibi kendi başına buyruk bağımsız bir halk olmak özelliğini teslim edip ikinci sınıf bir halk ve ülke seviyesine inmeyi kabul ediyordu. İttihatçıların devamı ve/veya başkalaşmış yeni versiyonu "Müdafa-i Hukuk" hareketi ise, baştan itibaren, ikinci sınıf bir halk olmayı kabul etmeyen bağımsızlıkçı bir fikriyatı temsil ediyordu. Bazıları bu farkı küçümsüyor ve Sultan'ın da nefes alabildiği takdirde bağımsızlıktan yana olabileceğini söylüyor ama bu, hiç öyle "pragmatizm" kaldırabilecek bir kunu değildir.
İkinci konu, artık tüm dünyada ekonomiyi belirleyen kapitalizmin homojenleştirici etkisi istikametinde atılan adımlarda Cumhuriyeti kuracak olan kesimlerin bu yeni kültürel homojenleşmeden (yani yeni makro milliyetçilikten) yana tavır almasıdır. Çanakkale savaşından itibaren iyice belirginleşen "Türklük bilinci", Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nda bulunmaz. Bu çevrenin en önemli adamı Mustafa Sabri Efendi, sarayın sondan bir önceki Şeyhülislamı olarak Mısır'da 1954'de ölmeden önce Yunanistan'da "Türklüğümden istifa ediyorum" diyen yazılar yazmış, Türklere (ve tabii Atatürk'e) hakaret eden yazılar yazmış, Milli Mücadele'ye karşı çıkmıştır. İkinci önemli konu, bu zat-ı muhteremin ve fikirdaşlarının kendilerini "Müslüman" olarak adlandırıp Türklerden nefret etmeleridir, ve Mustafa Sabri, Araplara olağanüstü hayranlık duyar, İslam'ın dili olarak Arapça'yı yüceltir, Türkçeyi küçültür, değer vermez.
Üçüncüsü, elbette çok önem verdiği din konusudur. İstanbul'un anahtarını İngiliz subaylarına eğile büküle hiç çekince koymadan teslim eden Sultan Halife Vahdettin'in bu diyardaki en önemli üç özelliği bu kadar kolay işgalcilere adeta hediye etmesi karşısında Hilafetin kaldırılmasına muhalefet Ankara'da çok cılız kalmıştı -tıpkı bugün İslam'a olan saygının olağanüstü ölçülerde düştüğü ve deistlerin ateistlerin sayısının patladığı gibi. Mustafa Sabri'nin Hilafet'in ilanına karşı tavrı, ülkedeki herkesi -Ankara Hükümeti'ne biat ettikleri için- "Kafir" ilan etmek olmuştu. Bu sırada elbette yurtdışındaydı. İngilizler Vahdettin'e kaçabilmesi için HMS Malaya savaş gemisini ayarlamışlardı, Mustafa Sabri'ye "Mısır'a kaçabilmesi için" anca bir yük gemisinde yer buldular.
Bu "anlayış" da günümüze dek hayatta kalmış görünüyor, yani Cumhuriyet Vatandaşı, artık devletin dini olmadığından (yani hükümet ve vatandaşları dîne tâbi olmadığından) "kafir" sayılabilirler. Bu da onlara karşı kafirlere davranıldığı gibi davranılmasını "dînen meşru" sayar.
Buraya kadar konuştuklarımız, Türkiye'nin 20'inci Yüzyılın en başından itibaren bugünlere kadar gelen ve Türkiye'nin ASIL iki siyasi çizgisini temsil eden bu iki ana partinin yani "Hürriyet ve İtilaf Fırkası" ile "İttihat ve Terakki Fırkası" arasındaki farkın sadece "fikirsel" farklılıklar olduğunu gösteriyor sanılmasın. Asıl önemli ve nedense gözardı edilen konu, bu iki çizgi arasında bir tür iç savaş yaşanmış ve gelenekçi "Hürriyet ve İtilaf" cephesinin bu savaşı kaybetmiş olması gerçeğidir.
Damat Ferit Hükümeti bu çizgiyi temsil ederken, kendi çizgisinde nereye kadar ısrarlı olduğunu göstermek üzere işgal kuvvetlerinin yanında yer aldığında, Mustafa Sabri, "Hürriyet ve İtilaf Fırkası"nın başkanıydı. Bu parti, Anadolu'da işgale direnen milliyetçi Türk kuvvetlerinin yenilmesi için sadece Yunan kuvvetleriyle ittifak yapmakla ve onlar için dua etmekle kalmamış, İzmir'de 1922'de son anda ilan edilen Rum "İyonya Cumhuriyeti"ne memur da olmuşlardır, yani Anadolu'daki Milli Hükümet'e tam bir düşmanlıkları söz konusudur. Ayrıca Milli kuvvetlere karşı kurulan Hilafet Ordusu Kuva-yı İnzibatiyye de Yunan kuvvetlerinin bir kolu gibi bağımsızlık hareketine karşı savaşmıştır.
Unutulmaması için yeniden dikkat çekmek gerekirse: Bugünkü modern Türkiye, bir iç savaş sonucu kurulmuştur ve savaşı, işgal kuvvetleriyle birlikte hareket eden "Hürriyet ve İtilaf Fırkası" çizgisi kaybetmiştir, yani konu sadece "fikir ayrılığı" falan değildir. Türkiye, bu çizginin en son versiyonunu ve böylece modernleşmeyle sorunlu son "gelenekçi" -olmak iddiasındaki- bir siyasi anlayışı aşmaya hazırlanırken, aşacağı yanının NE olduğunu iyi anlamaya ve ona göre davranmaya ihtiyacı var gibi görünüyor.