Türkiye'nin yaşadığı büyük dönüşümün 2008'de Dünya'daki konjonktürel değişimle birlikte başladığını, 2013'de yeni bir ivme kazanacağını, ve bu çalkantılı dönemin Türkiye için 2024'de sona ermiş olabileceğini tahmin etmiştim.
Bu değişimi 2009'da özetleyen en genel cümlem, "Sürecin sonunda Türkiye'yi tanıyamayacaksınız" idi. Devletin üzerinden bir silindir geçeceğini ve herşeyin bu hengamede yeniden düzenleneceğini tahmin etmiştim. Bu değişimin iki ana dinamiği olduğunu unutmayalım. Bu dinamiklerden asıl itici pozitif güç 'Özgürlük isteği', onu paralize eden diğer güç ise 'Baskı ortamı' (veya 'diktatörlük') olacaktı...
Şimdi geriye ve bugüne baktığımızda, gerçekten de -devlet anlamında- Türkiye'de taş üstünde taş kalmamacasına bir değişim yaşandı/yaşanıyor. Yaşananları, Türkiye'de yaşayıp bu yazıyı okuma nezakati gösteren herkes çok iyi biliyor. Değişim-dönüşüm, benim beklediğim gibi henüz iç savaş denebilecek kanlı bir noktaya gelmedi (iyi ki de gelmedi), bu çok sevindirici bir durum elbette, ama değişim-dönüşümün istikameti ve sonucu hakkında ciddi kaygılar var, üstelik bu kaygılar çok da haklı -beni de meşgul ediyor...
Evet, değişim-dönüşüm oluyor...
Evet, 2013 de bir özgürlük patlaması oldu, ama ardından kademeli bir baskı geldi ve bunun dozu arttı, neler olmadı ki...
Türkiye tarihinin en büyük kitlesel eylemleri. Gezi'de başlayan olaylarda, bir il hariç tüm şehirlerde ve tabii ilçelerde benzersiz büyüklükte kitle gösterileri yaşandı. Ardından "tekrarlanan" seçimler ve derken garip bir "darbe girişimi" oldu, ardından yaşananlar daha dün ve bugün olduğundan tekrarlamayacağım. Burada endişelendiren yan, değişim-dönüşümün, baskıcı tarafın istediği istikamette ilerliyor görüntüsüdür, ama sahiden öyle mi?!
Türkiye'yi cidden izleyen ve aklını biryerlere kiraya vermemiş olan herkes, Türkiye'nin geleceği demek olan gençliğin tamamına yakınının, baskıcı muhafazakarlaşmanın (şimdiki şekliyle "tekadam düzeni"nin) destekçisi olMadığını gösteriyor. İmam Hatipli öğrencilerden tutun da, her fırsatta Kur'an kursuna gönderilen ilkgençlik yaşlarındaki çocukların bile, inandırıcı olamayan ilkel muktedir propagandası ve günlük "dönüşlerle" dış politikayı bile tamamen iç politikaya endeksleyen iktidar plütokrasisini desteklemediği, sevmediği görülüyor. Eğitimlilerin ve sonradan modernleşmiş islami çevrelerin orta halli (haline gelmiş) önemli bir kısmı da, muhafazakarların önemli bir bölümü de gidişattan memnun değil. Halkın giderek artan bir şekilde mevcut rejimden (artık bir "rejim"den söz edebiliriz) memnun olmadığını, karşı çıktığını ama baskının yarattığı korku ikliminde sessiz kaldığını, bu sessizliğin özellikle muhalefette (ve tabii basında) çok açık göründüğü malum. Halkın sahici iradesinin devlet katına ve iktidara yansımadığı da çok açık. Tam da bu durumun çeşitli "yönetsel kurnazlıklar" ile mümkün olduğunca görünmez kılınmaya çalışıldığını da biliyoruz. Ama bu nereye kadar sürdürülebilir? -zira muktedirlerin sandığı gibi Türkiye daha muhafazakar bir yer olmadı, tam tersine modernleşen eski taşralı muhafazakarlar da giderek daha "liberal" oluyor/olacak, modernleşmenin doğal sonucu bu...
"Türkiye bu sürecin sonunda bambaşka bir yer olacak" derken, herşeye tek kişinin keyfî kararlar verdiği bir çadır devleti mi olacak? Elbette Hayır! Galiba bütün bu hengame içinde gözlerden kaçan ve bu dönemin zaman kalitesine uygun genel trendlerden de söz etmek gerekiyor.
Bu uzun dönemin, özünde bir "özgürlük" ve devlet yapılanmalarının köklü değişimi dönemi olduğundan bahsetmiştik. Türkiye'nin dış politikada -alenen yalpalama, bariz yanlışlar vs. şeklinde yorumlayabileceğimiz- ana momenti, "bağımsız hareket etmek" yönünde. Türkiye, ne Batıyı ne Doğuyu takar görünüyor ve büyük hatalar şeklinde de olsa, 1945'den bu yana ilk kez bu kadar kendi başına buyruk hareket ediyor. Ben bu genel trendin, daha makul bir dış politika ışığında yaşanmasını tercih ederdim elbette, ama muhalefette bu yeni trende uygun özgüvenli bir tavır pek gözlenmiyor. Her ülke müttefiklerine sadık olmalıdır, ama bu sadakat artık eskisi gibi her kararı müttefiklere bırakıp onların kuyruğu olmak şeklinde olamaz.
İkinci trend, devlet yapısının tozunun atılması meselesi...
Açıkçası ben Gülenci çetenin, çürümeyi başlatan ve "akıllı Müslüman" olmak iddiasındaki bu gizli kapaklı örgütlenmenin devletten temizlenmesi gibi bir olayın değil yapılmaya kalkışılması, dile getirelebileceğini bile düşünmüyordum. Fakat kalkan toz bulutundan pek bir şey anlaşılamıyor olsa da Gülenciler Türkiye devletinin "kötü adamları" ilan edildiler ve tasfiye ediliyorlar, -ki bu çetenin "Eski Türkiye"nin 1970'lerden beri devlette örgütlenen yapılanmalardan biri oldukları biliniyordu. O halde eski Türkiye'nin sadece eski Kemalist asker-sivil bürokrasisinin değil, eski Gülencilerinin de o değişim-dönüşüm silindirinin altında kaldığı açık. Gülencilerle birlikte muktedir plütokrasinin de büyük zarar gördüğü ve Türkiye'yi ancak OHAL şartları altında zorlukla yönetebildiğini söyleyebiliriz. Hayatta kalabilmek için iktidarda bulunması gereken Plütokrasinin tek örnek olmadığına dikkat çekmeliyim. Özünde tüm Dünyada etkiyen sistemsel bir değişim-dönüşüm yaşandığından, korkutarak hüküm süren, insanların en düşük güdülerine hitab eden popülizmin ve onun bir ileri versiyonu faşizmin, böyle derin sistem krizlerinde ortaya çıktığını biliyoruz, Türkiye'nin sistemsel bozulması çok daha feci. Türkiye'nin brüt dış borcu, GSMH'sının yarısından fazla. Artık tamamen borçla dönen bir ekonomi söz konusu. Ve Türkiye yüksek teknoloji ürünleri ve yüksek hizmet ürünleri üretemediği gibi, var olanları da "o yasak bu günah" diye ürkütüp sindirip susturduğu ve üretemez hale getirdiği için, varlığını sadece borç yaparak, yani giderek artan faiz oranlarıyla borçlanarak sürdürebiliyor. Bu borçlanmaya para bulmak için varını yoğunu satıyor ve "düzelir inşallah" diye umutlanıyor. Bu, Einstein'ın "hep aynı şeyi yapıp değişiklik beklemek" aymazlığının derinliğini ve muktedir plütokrasinin kendi iç dinamiğiyle kendini yenileyerek bu durumdan göreceli olarak da olsa kurtulma ihtimalinin bulunmadığını gösteriyor.
Gözü kara intihar yürüyüşünün, yani zorunlu değişim-dönüşüm trendinin bir süre sonra plütokrasinin kontrolünden çıkmasının mümkün olduğunu bu verilere bakarak söyleyebiliriz.
Diğer çok önemli konu, zurnanın zırt deliği olan Legitimasyon/Meşruiyet konusudur, çünkü bugünkü gibi halk desteğinden uzaklaşan ve yönetemeyen iktidarların iktidardan uzaklaşmaları tabiatları gereğidir ve Cumhuriyetmiş Padişahlıkmış Şeyhlik-Şıhlıkmış farketmez. Önderlik, gerçek anlamda önderlik olmak özelliğini yitirince gider. Sözünü ettiğimiz "Özgürlük" ilkesi, burada temel "itici" kuvvettir ve gücünü de bu doğal özelliklerden alır.
Türkiye İkinci Dünya Savaşı sonrasından beri kısaca "Muhafazakar" dediğimiz partiler tarafından yönetiliyor. Yani Türkiye'de 70 küsür senedir -kısa koalisyon istisnalarını saymazsak- esasen "Muhafazakarlar" iktidarda. Bunun -onca oy/seçim/geçim'e rağmen- neden/nasıl/niye büyük bir haksızlık olduğuna yıllar önce değinmiştim, gene değineceğim ama ondan önce: Böyle acaip bir durumunun (ki hep aynı kesimin iktidarı demek olan Sovyet Yönetimi de 70 küsür sene sürmüştür -ama orada bile sona ermiştir, Türkiye'de sürüyor!) Türkiye'de bu acaip durumun "Legitim/Meşru" kalabilmesinin bir "denklemi" vardı...
Türkiye'de siyasi iktidarlar daima "Muhafazakar", matruşka gibi birbirinin içinden çıkmış muhafazakar Sağ partiler ve onlara yaslanan başka muhafazakar partiler tarafından sürdürüledursun, devlet Kemalist idi. Özellikle askeri bürokrasi ve sivil bürokrasinin önemli ve tayin edici bir kısmı, bugünün diliyle "Cumhuriyet değerlerine bağlı" idi. Buradan, laik ve modern olduklarını, evrensel "modern hukuk devleti" normlarına esasen/şeklen bağlı kaldıklarını anlıyoruz. Devletin seküler yapısını koruduğu inancı/bilinci, 70 yıllık "Muhafazakarlar iktidarı"na -muhtaç olduğu- meşruiyeti sağlıyordu, bu abuk durum sorgulanmıyordu. Şimdi değişim-dönüşüm döneminde 2013'den beri gece uykusundan mahrum ürkek iktidar, devlet yapısını da "kendi bildiği/istediği gibi" değiştirip, devletteki Kemalist bürokratlar sayesinde kendini temsil edilir sayan "Muhalif Halk"dan tamamen kopmuş oldu, -yani o halk ülke yönetiminde hiç bir şekilde temsil edilmiyor. Şu anda bilinçli veya bilinçsiz olarak Türkiye'nin -en az- yüzde 51'i kendini kendi ülkesinde misafir gibi hissediyor. Herkesin "gitmeyi" konuşması, Madrid'de Atina'daki boş dairelerin/evlerin yarısını Türklerin satın alması boşuna değil.
Türkiye'nin her vatandaşını temsil eden "legitim/meşru" bir yönetimi artık yok, hele son seçim kanunu ile bu konu artık kesin bir şekilde netleşmiştir. Meşruiyetini bu ölçüde -Türkiye tarihinde benzersiz bir şekilde- kaybeden bir yönetimin uzun süre yaşaması mümkün değildir, çünkü her iktidar, ancak vatandaşlarının rızası kadardır ve bunun sade sayılarla, sandık sundukla alakası yoktur, bu bir duygudur. Eskiden de böyleydi. Başındaki Sultanın Kralın Beyin kendini temsil ettiğine inanmayan bir halk onu değiştirir ve bunun binbir yöntemi vardır, Türkiye gibi devletler mezarlığı bir yerde bunların yolu yordamı hakkında koca ciltler dolduracak kadar malzeme mevcuttur.
Buradan "siyasi adalet" konusuna yeniden dönüyorum:
Bir kesim çok oy alıyormuş ve sittin senedir iktidar oluyormuş, diğerleri de "müzmin muhalif" diye sittin sene dalga malzemesi oluyormuş...
Peki -hayat kısa- şöyle bir silkinip kendinize sorun: Azınlık da olsa, bir ülkenin bir (veya birkaç) kesiminin kendi ülkesinde asla yönetimde söz sahibi olmaması adil mi? Böyle bir durumun 70 sene sürmesinden sonra, aklı baliğ olmuş yaşını başını almış rasyonel düşünen vicdanlı -el Hak- insanlar oturup bi düşünse, böyle bir şey adil olabilir mi? Oy mu? Ne oyu?! Burada toplumsal adaletten ve vicdandan ve sonuçta bir ülkenin sahici iç huzurundan bahsediyorum...
Sovyetler Birliği'nde bile bir kesimin iktidarı anca 70 küsür sene sürebilmiş ve bu acaip/absürd "Legitimasyon/Meşruiyet" krizinden çökmüşken, Türkiye'de hala sade suya tirit oy sayısıyla demokrasi ahkamı kesenler, hele bugünkü imkansız durumda, barut fıçısının üzerinde oturduklarının farkındalar mı? Artık bu 70 yıllık acaip durum değişmek zorundadır ve halkın bunca yıllardır temsil edilmeyen kesimi/kesimleri ülkenin yönetiminde doğrudan söz sahibi olmak zorundadır, ama bürokrasi olarak ama bakan ve/veya başbakan olarak. Çünkü -2009'da yazdıklarımı tekrarlayayım- "Değişim-dönüşüm kesin bir veridir, Dünyanın yeni paradigmasının bir dayatmasıdır. Bu da mecburi köklü değişim demektir, eskiyi yeni 'yöntemlerle' sürdürmek değil. Eskide ısrar, yeninin patlamalarla kendine yol açması şekline dönüşür. Buna meydan vermemek için, değişimin yönünü/anlamını iyi anlayıp ona uygun hareket etmek gerekir." Ancak bu şekilde değişim-dönüşüm dönemi bir büyük yıkım sonrasının yeniden inşası şeklinde tecelli etmeyip, Yeni Dünya'da ön almayı kolaylaştırır. Değişim-dönüşümün muhteviyatı, niteliği belirli/ilahi devasa bir pozitif enerji -veya (dindarlar için) Kader- gibi de düşünülebilir ve ona ket vurmaya kalkmak kesinlikle beyhudedir. Karşı durdukça/direndikçe, sadece daha büyük bir yıkım ve yenilgi yaşayacağınızdan emin olabilirsiniz. Ama ona uyum sağlarsanız, değişim-dönüşümün gücüne dayanırsanız, umduğunuzdan çok daha büyük başarılar elde edebilirsiniz. Şimdi bunun yeniden farkına varma zamanı...