İstanbul'da yapılan İslam İşbirliği Konferansına katılan onlarca üyenin sıralandığı Müslüman ülkeler listasine dikkatli bakınca, bu ülkeler arasında köklü/eski devlet geleneğine sahip sadece iki ülke görürsünüz: Türkiye ve İran. Yani emperyal birer hükümdarlık odağı olmuş bu iki ülke dışındakiler, 20'inci Yüzyılda yaşanan ulusdevletleşme furyasının ürünüdürler. Bunu, sözkonusu ülkeleri ve halklarını küçümsemek amacıyla yazmıyorum elbette. Biriki yıla kadar 21'inci yüzyılın beşte birini devirmek üzere olduğumuz günümüzde, bir zamanların "Çok kutuplu Dünya doğuyor" konulu teorik sohbetlerinin gerçek dünyada şekil şemal kazandığını görüyoruz, -ama bu yazının konusu sadece bu değil. Ondan çok daha önemlisi, Türkiye'de iktidarı devralmaya hazırlanan muhalefetin de, dikkat kesildiği iç politikadaki absürdlüklerin etkisiyle bütüne bakış konusunda körleşmiş olması.
Dünya, 21'inci Yüzyılın başındaki 11 Eylül Dünyası bile değil artık. "Tek kutuplu Dünya" teranesi çoktan unutuldu. Suriye Savaşı'nın, ileride anlamı daha da net görülecek çok önemli bir dönüm noktası olduğu giderek netleşiyor. Suriye Savaşı ilk kez sahada, global ABD gerilmesini gösterdi. Çin'in ekonomi verilerinde ABD'yi geçmesi, Rusya'nın Ortadoğu'ya inmesi, yeniden iki süper devletli -bu kez ABD ve Çin'li- bir düzene dönüldüğünü anlatmıyor. Veya "Rusya yeniden süper devlet oluyor" diyemeyiz. Başka birşey oluyor ve Batı orijinli Dünya düzeni, ulus devlet formatından BM'sine, hatta bizim çok değer verdiğimiz Demokrasi'sine İnsan Hakları'na, diğer evrensel değerlerine kadar krize girmiş görünüyor ve bu hengamede Türkiye Muhalefetinin "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" ilkesine dönüş bile kuşkulu, çünkü Atatürk o sözü, Dünyada I. Dünya Savaşı yaşanıp yeniden bir düzen kurulduğu şartlarda söylemişti ve çok doğruydu, ama o düzenin değişmekte olduğu günümüzde, artık üzerinde düşünülmesi gereken bir söz.
1991 sonrasında yakın zamana kadar Dünyanın jandarması gibi davranan ABD'nin en zayıf noktasının yıkıcı "savaşlar"ını finanse etmek sorunu olduğunu 2004'de yazmıştım. ABD, taşeron güçler kullanarak sürdürdüğü Ortadoğu savaşını da kaybetti ve bölgede etkisi kalmadı, aynı şekilde diğer Batılı ülkelerin de bölgede bir etkisi yok. Bir zamanlar İngilizlerin ve Amerikalıların söz sahibi oldukları meclislerde artık Ruslar konuşuyor ve bu durum, alttan alta yeni bir huzursuzluk üretiyor. Huzursuzluk, sadece Rusların gelmesiyle ilgili değil, asıl Batı'nın peyder pey geri çekilmesi ve Dünyayı kontrol etmek bir yana, -eskiden olduğu gibi- kontrol edermiş görüntüsü bile verememesi.
Batı'nın çekilmesi ve onun çekildiği yerlere Rusya ve Çin'in girmesi, hatta İran'ın ve Türkiye'nin paralanırcasına etki alanlarını genişletmeye çalışmaları, bazılarının hoşuna gidiyor. Fakat böyle "yeniden paylaşım" dönemleri, her zaman otoriter yönetimlerin tercih edildiği dönemler olmuştur ve barıştan yana olan güçler böyle dönemleri genellikle ıskalamışlardır, çünkü önemli bir ikilem karşısında yeterince güçlü olamamışlardır. İktidar boşluk kaldırmaz ve sözünü ettiğim bu ikilem; "İktidar boşluklarını ne pahasına olursa olsun doldurmak mı, yoksa yüksek değerlere sadık kalmak mı?" ikilemidir. Sıcak savaşlar yaşanmadan durulmasını umduğumuz bu dönemde etki alanını genişletmek için devletlerin her hinliği yapabilecekleri bir atmosfer giderek hakim oluyor. Savaş mantalitesi, BM gibi kural koyucu mekanizmaların zayıfladığı aşamada, alıştığımız ve uğrunda mücadele de ettiğimiz yüksek değerlerin kolayca çiğnenebilmesine zemin hazırlar. Ayrıca o yüksek değerlerin çok büyük bir çoğunluğunun Batı orijinli olduğunu unutmayalım. "Yükselen" güçlerin hiçbiri, bu değerleri bayrak edinmiyor, ne Rusya ne Çin ne de İran ve Türkiye. O değerlere saygı duymak ile onları çiğnemek arasında salınan bir ruh hali hakim oluyor, çünkü yüksek değerleri öteleyip, önce Batı'nın boşalttığı alanlara yayılmak fikriyatı ağır basıyor.
2011'de, "Eski Türkiye'ye artık asla dönülmeyecek" derken, Türkiye'de eskiyi korumacı klasik Kemalizmle bu dönemi aşmanın mümkün olmadığını anlatmaya çalışmıştım. Atatürk'den esinlenen laik/seküler modern Türkiye'nin bu badireyi atlatabilmesi için sadece -gün be gün- yitirdiklerinin yasını tutmak değil (eskide ısrar etmek değil), bu değerleri yeni bir Türkiye perspektifine baz alarak geleceğe taşıması gerektiğini yazmıştım. Muhalefet, demokrasiyi ve laikliği de içeren yüksek değerleri savunmak bakımından, Türkiye'de 1960'larda sadece TİP'e nasip olmuş bir çizgiye geldi, üstelik artık aynı çizgi üzerinde de birlikte duruyorlar, seçim ittifakına hazırlanıyorlar, adil bir seçimle Türkiye'nin yönetimini devralacakları da kesin gibi. Ama bir soru var ki, bu sağlam pozisyonun altını oyup duruyor: "Değerler o kadar önemli mi?"
Evet, elbette önemli... Ama yükselen güçlerin hiçbiri için önemli değil. Şimdi Putin için de Xi için de ve onların diğer küçük versiyonları için etki alanını genişletmek daha önemli. Batı'nın gücüyle birlikte, koyduğu -benimsediğimiz- değerlerin etkisi de azalıyor. Üstelik değerler üzerinden iktidarlara kurulan baskılar ters tepiyor. Yani Türkler de diğer ülkelerdeki insanlar gibi, vazgeçilmez saydığı değerlerin, Batı baskısının tamamen ortadan kalktığı atmosferde daha kolay erozyona uğradığını öğreniyor.
Türkiye'de evrensel yüksek değerler bazında politika yapmayı ilke edinenlerin zayıf karnı, dünyadaki iktidar boşluklarını doldurmak konusunda "yeterince hin" olmamaları ve yeni bir Türkiye perspektifi koyamamalarıdır. Dünyada bir çağ sona ererken, köklü devlet tecrübesine sahip Türkiye ve İran gibi devletlerin, eski tarihlerinden feyz alarak kendilerine yeni gömlekler biçmek isteği doğaldır, ama bu "Yeni Osmanlı" gibi birşey mi olmalı? Osmanlılar, "Yeni Selçuklu" kuralım diye yola çıkmamışlardı. Demokratik Muhalefet, bu net trend konusunda nasıl davranacak? Bir karşılaştırma yapmak babında, Çin, kendi çokboyutlu etki/nüfuz alanlarını inşa için yüzyılları bulan planlar yapıyor ve bu konuda net bir tasavvuru olan tek ülke. Bu tasavvur elbette çok demokratik bir ülke falan hedeflemiyor, daha geniş bir refah ve tabii ÇKP'nin iktidarda kalmasını hedefliyor, ama sadece ÇKP'yi ayakta tutmak hesabı da değil kesinlikle. Mesela Avrupa, hatta ABD, bugünkü durumun devamında nasıl bir strateji izleyeceğini, ne yapması ve neyi hedeflemesi gerektiğini bilmiyor, kafalar karışık. Herkesin kendi başına buyruk olacağı bir Dünyanın kurulacağı hanidir belliydi, sayısız kez yazdık: "Desentral enerji biçimlerinin hakim olduğu yerde büyük devlet hegemonyası sökmez" diye. Güneş/rüzgar enerjisiyle şarj edilen dev pillerle işleyen bir Dünyada petrol gibi merkezi/sentral enerji biçimleri üzerinden işleyen sultalar sökmez.
İran, Şiiler üzerinden ve Suriye ile birlikte bir Suriye-İran-Irak havzası oluştururken Rusya ile müttefik. Türkiye, şimdiye kadar sadece hatalarla ve kayıplarla izole olmuş durumda, ama öyle kalmayacak. Eski bir devlet geleneğine sahip Türkiye'nin tasavvuru ne? Ne olmak istiyor? Artık eski Türkiye olarak kalamayacağı kesin. Yaşanan son 15 yılın ardından AB'ye üye olmayı alternatif gören Türklerin sayısında artış var. Ama, yeniden büyük devlet olmak içgüdüsünün uyandığı Türkiye'nin, başka bir birliğe katılmakla yetinerek, içgüdülerinin sesini susturması mümkün değildir. Bunlar düşünülüp taşınılması ve en iyi kararların verilmesini gerektiren, geleceğin en az yüz yılını belirleyecek konular. Halkın yükselen eğilimi, Türkiyenin siyasi yapısı ve tasavvurları bakımından Batıya (Doğuya olduğundan) çok daha yakın olduğu görülüyor, ama etrafından dolaşamayacağı o sorun hakkında kararı ne olacak? Yeni güç/iktidar inşası ve daha güçlü bir Türkiye ideali için günümüzün "moda"sına uyarak daha az demokrasi daha çok silah şakırtısı mı diyecek? Ortalığın karışık olması, en demokratik ülkeleri bile "değerleri mecburen askıya mı alalım" diye düşündürürken, Türkiye'nin demokratik Muhalefeti ne yapacak? Sağlam demokratik mücadelelerinin herşeye rağmen neden beklenen etkiyi yapmadığını sorgulamayacak mı?
Türkiye kuşkusuz, yeni çağın yeni kutuplarından biri olacak. Bu yola girdi, sayısız hata yapıldı, ama "Büyük devlet olmak" mantalitesi/isteği orada duruyor. İktidar partisinin, halkta yeniden uyanan bu isteği erken farketmesi, onun onbeş yıllık iktidarı için önemli bir faktör oldu. Artık, "Gene eskisi gibi olalım" fikri bu yüzden alıcı bulmakta zorlanıyor. Gelecek ideallerinin mutlaka teritoryal/feodal/toprak merkezli olmak zorunda olmadığıyla ilgili bir yazı var bu blogda. Demokratik Muhalefet, çok kutuplu Dünyada Türkiye'nin nasıl ve ne şekilde yeni bir kutup olması gerektiğine karar vermek zorunda. Çatışmacı, tehditkar, sürekli Osmanlı'dan bahseden bir odak olmak zorunda değil. Demokratik bir çekim merkezi de olabilir, inanın buna diğer halklar da er geç ihtiyaç duyacak. Ve hem Batıyla hem Doğuyla çok iyi ilişkiler kurup o ilişkilerden somut bir güç devşirebilir, tıpkı AB'ye aday Türkiye'nin bir ara Ortadoğu'da yükselen prestiji gibi. Ama bunlar, politikacıların ve kamuoyunun tartışması, netleştirmesi gereken konular. Bugünkü Ulusdevletler siyasi coğrafyası 20'inci Yüzyıl boyunca kuruldu, daha önce yoktu. Şimdi başka bir çağ geliyor ve köklü devlet geleneği olan ülkelerin bu aşamada oyun kurucu olmaları doğal, ama nasıl yapacaklar? Asıl soru bu. Orman kanunuyla, güçlünün "hukuku"yla mı, yoksa uluslararası kurallar ve yasalarla mı? Eğer evrensel bir hukuk işletilebilirse, bu, uygarlığın şahikası olacak, savaşlar yapılmayacak. İnsanlığın, eskisinden daha az savaşmak istemek yönünde değiştiğine bakarak, yeni Dünya'nın az savaşla az kanla kurulabileceğini umabilir miyiz? Bence Evet. Bunu başaracak kıvrak pratik zeka, stratejik akıl ve değişim isteği bu topraklarda mevcut. Derin Anadolu ve İstanbul, bu konularda nihayet doğru kararları verecektir. Türkiye'nin yükselen yeni kutuplardan biri olmasını hedeflemeyen, eskiyle yetinen siyasetin başarı şansı düşük. Ama yüksek değerlerin son sözü söyleyeceklerini, makul aklın eninde sonunda kazanacağını ve müttefiklerinin de olacağını unutmamak koşuluyla.