Hayatın sırrı...

Belki henüz buralardan görünmüyor ama, dünyada muazzam bir bilinç değişimi oluyor. Bu değişiklik, dünyayı ve hayatı idrakla ilgili bir şey ve orta vadede insanların hayata ve kendilerine bakışlarını kökten değiştirecek önemde. Ben burada, bu değişimin, sadece bir tek boyutuna değineceğim: Biyolojik boyutuna.
Okulda en iyi dersim hep biyoloji olmuştu. Kurbağanın sindirim sisteminden tutun da hüçrenin kesitine kadar çok sayıda "biyolojik illüstrasyon" yapmaya bayılırdım. Herkes gibi bana da, her canlının bir tür makina olduğu ve onların tek tek parçalarının işlevi öğrenilince, bütünün nasıl işlediğinin de anlaşılacağı öğretildi. Bu mantık, sadece ortaokul ve lisede değil, üniversitede de ilim ve de bilim deryalarına hakimdir. Nasıl olmasın? 19'uncu Yüzyıldan beri bilime hakim olan mantık böyle birşeydir:
"İnsan bir makina. Ama ona biraz ruh bulaşmış!"
Söylenen budur. Doğa incelenirken -ki bu incelemeler olabilecek en yüksek seviyeye ulaşmıştır- hep bu mantık hakimdir. Bilim adamı/kadını, doğaya şöyle bir bakar ve orada, güzellikler yeşillikler cıvıltılar meyveler çiğ damlaları görmez. O orada makine görür. Bilmem ne organı bilmemneyi CO2'e dönüştürür, oradan azot çıkıp Hidrojen girer, Metrolen uçup Ferrum konar. Bilimcilerin baktıkları dünya sanki canlı değildir, biyolojik robotların yaşadığı ruhsuz bir yerdir.

Biyoloji, bilim ilerledikçe ve vicdanlı/akıllı insanlar bu dalda araştırmalar yaptıkça birşeyi nihayet keşfetti:
Şimdiye dek biyolojik organizmaların "nasıl" işledikleri sorulmuştu. Bunlar alabildiğine araştırılmıştı. Hatta 21'inci yüzyıl başında Gen teknolojisi, hangi gen'in hangi hormonun salgılanmasıyla ilgili olduğunu bile bulmuştu. Ama orada birşey oldu...
Gen teknolojisi ve biyolojinin vardığı son nokta çöktü. Çünkü muazzam bir şeyi nihayet anladılar.
Bilimin sorduğu "nasıl" sorusu, hayatın ne olduğunu açıklamıyordu. Birçok organ oluşuyor ve işliyordu -ama 'Niye' oluşuyordu?
İşte bu soru, biyoloji biliminde bir çöküşe neden oldu. Biyoloji, her bir biyolojik işlemin nasıl işlediğini bulmuştu, ama o parçaları kendisi biraraya getirdiğinde hiç bir halt olmuyordu. Biyologların mağrur gezdiği  son yıllar, yüzyıl başında "Serada Hayat üretmemize az kaldı" gibi bir laftı. Ama film tam da bu noktada koptu, sadece biyolojiye değil, bilime olan güven de sarsıldı.
Bir tek döllenmiş yumurta hücresinden, kanlı canlı koca bir organizma nasıl şekilleniyor? İşte bunu izleyip görmek mümkün. Ama bütün organizmaların, böyle hücrelerden serpilip oluştuğu düşünülecek olunursa, bilim bir yerde duvara tosladı ve kendini sorgulamaya başladı.
Bilim, 19'uncu yüzyıldan beri, incelediği bütün herşeyden, duyguları hisleri ruhu dışlıyor. Bu gerçek, 1980'li yıllardan beri -özellikle yeşil hareketler tarafından- acımasızca eleştirilmiştir. Bilimcilerin doğaya bakıp orada ruh diye birşey göremedikleri malum. Şimdi insan ve hayat daha ayrıntılı incelendikçe, sanıldığından çok farklı, özel, karmaşık ve umulduğundan çok daha akıllı olduğu anlaşılıyor.
Son araştırmalar sonucu, kendi kendini rddin eşiğine gelen biyolojinin saptamaları şöyle:
1. Organizmaların organları, bir makinanın parçaları gibi birbirinden soyutlanabilir şeyler değiller. Onlar bir bütün.
2. Çok büyük bir güç, bütün organları ve parçaları biraraya getirip birarada tutuyor.
Bu öznel güç, 'Hayat'ın da sırrını taşıyor. 
Araştırmaların gösterdiğine göre, bütün organizmalar, hisseden sistemler. (Bkz. Andreas Weber, "Alles Fühlt" 2012) Bunun anlamı, bütün canlılar -ya da Charles Darwin'in deyimiyle- "Bütün ilkel hayvanlar bile, insanlar gibi 'memnun' olabiliyorlar, acı duyabiliyorlar, mutlu veya mutsuz olabiliyorlar."
İnsanlar kendilerini, irade sahibi, amaç sahibi, hedef sahibi tek canlı sayadursun, hayat denen şeyde canlıların çeşitli şekiller almalarının nedeni, en başta, bu canlıların bir 'amacı' bir 'hedefi' olması -son bulgular böyle. Yani en modern biyoloji, bütün canlıların öznel/sübjektif canlılar olduklarını saptamış bulunuyor. Canlılara yaşamak amacı/dürtüsü/iradesi veren şeyin, her canlıya biçilmiş bir görevle bir amaçla ilgili olduğu anlaşılmış bulunuluyor. Yukarıda sorduğumuz 'Neden' sorusunun yanıtı da burada verilmiş oluyor. Hayata bir amaç için geliyorlar, bunun için ne pahasına olursa hayatta kalmaya ve amaçlarını gerçekleştirmeye çalışıyorlar.
Hayatın motoru olarak her hayatın öznel/sübjektif yanı, biyolojide yeniden keşfedildi.
Peki bu ne demek? Bundan sonrasına nasıl bir etki yapacak?
Doğayı, hayatı, insanı incelerken, onu çevresinden ve amacından/işlevinden ayrı düşünmek mümkün değil.
İnsanın kişiliği, ruhu ve spiritüel varlığı esastır ve bedeni (biyolojik varlığı) ona tabidir.
Hayvanlar, insanlara, sanıldığından çok daha fazla benzemektedir -hem de mental anlamda.
En basit canlının bile pransipleri var ve onlara göre davranıyor.
En basit canlı bile kendine özgü prensiplerden sapmamaya çalışıyor, çünkü yoksa bozuluyor ve nihayet ortadan kalkıyor.
En basit canlı bile, hayat 'Aktivitesi' dediğimiz bu muazzam olayın bilinçli bir bireyidir. İnsanlardan tek farkları, insanların bunu anlayamamasıdır.
Bu dünyada her canlının bir görevi, bir amacı vardır.
Eskiler buna 'Kader' de derler. Tanrı'nın emanasyonlarından Krishna, Hintlilerin kutsal yazıtı Srimad Bhagavatam'da ('Bhagavad Gita' bölümünde), onu can kulağıyla dinleyen Arcuna'ya şöyle der:
"Ben bile sürekli birşeyler yapmak zorundayım."
Dünyaya gelen her canlı, -Tanrı'nın emanasyonu/reinkarnasyonu bile olsa- kendine verilen (üzerine düşen) görevi yerine getirmek zorundadır, bunun için doğmaktadır ve o amaç/görev, ona 'Hayat' vermektedir.
Biyolojinin vardığı son nokta burası...