Eşitler toplumu ve mutluluğun sosyolojik alt yapısı hakkında






M
utluluk, her daim inceleyebileceğimiz konulardan biri. Tek tek insanların mutluluğundan da öte, toplumların böyle bir 'Mutluluk' sosyolojisi temeli üzerinde yeniden inşa edilmeleri veya bu istikamete değiştirilmeleri, -kuşkusuz- düşünmeye değer bir konudur. Maddi (ve parasal) bakımdan ölçülemeyen 'Mutluluk' gibi faktörler, uzun zamandan beri klasik sosyolojinin dışında tutulmaktaydı. Kapitalizmin ruhsuz soğuk doğası, işin içine böyle faktörlerin karıştırılmasına pek cevaz vermiyordu. Ama zaman kalitesi, insanların bu saçmalıkları aşmalarına yardımcı oluyor ve artık daha insani/insancıl olmak mümkün. İnsanların iyiliğini ilgilendiren samimi sorular, kulağa saçma da gelse konuşulmak zorundalar. (Ayrınca kulağa hiç de saçma gelmiyorlar artık)
Burada soracağımız ve kısaca yanıtlamaya çalışacağımız temel soru, toplumların mutluluğunun ilk şartının ne olabileceğidir.

Kapitalizmin "ileri" sayıp, insanlara dayattığı "Ekonomi/para odaklı hayat biçimi"nde, insanların
daha iyi yaşayabilmeleri için kışkırtıcı bir dürtüye sahip olmaları gerektiği varsayılır. Bu dürtü, daha çok para kazanmak ve/veya zengin olmak dürtüsüdür. Zenginlik için sürekli daha çok çalışmak ve daha çok üretmek dürtüsüdür. Toplumların daha iyi yaşaması ve nihayet mutluluğu da bu dürtüye bağlanır. Kapitalist yaşam biçiminin ana fikri sayılan bu temel teori doğru mudur? Bu sorunun şimdiye dek cidden sorulduğu bile şüpheli. Soru -başta sosyalistler tarafından olmak üzere- elbette farklı açılardan sorulmuştur, ama 'Mutluluk' gibi "önemsiz" bir soruyla/sorunla kimse meşgul olmamıştır. Soru sorulmuştur, ama mesela şöyle değil: Toplumların mutluluğu ile refahı ilintili olmakla birlikte, kapitalist toplumların refahı ile toplumsal mutluluk arasındaki bağ ne alemdedir? Veya: Toplumsal eşitsizlik üreten ve eşitsizliği toplumların motoru sayan (kapitalist) bir anlayış, toplumsal mutluluğu ne dereceye kadar garantileyebilir?
Yakın zamana kadar, bu ve benzeri konularla ilgilenenler, benzeri sorular soranlar, kafadan Solcu sayılıp ciddiye alınmazlardı. Ama gerçekleri açıklamak için mutlaka Sol literatürü kullanmak gerekmiyor. Çünkü gerçek, kimsenin tekelinde değil.
Richard Wilkinson ve Kate Pickett adlı iki araştırmacının "The Spirit Level" başlıklı yeni kitabı, Sol ötesi bu anlayışın yeni örneği. Hiç öyle Marx'a Murks'a falan girmeden, Solculuk attırmadan, çok önemli bir gerçeği belgeleyip kanıtlıyorlar:
Toplumlardaki yüksek depresyon oranı, şiddet ve kriminal suçlara yatkınlık oranının artışı, o ülkedeki eşitsizliğin derinliğiyle ilgilidir (yani doğru orantılıdır). Eşitisizlik ne kadar derinse, toplumdaki mutsuzluk/depresyon/suç oranı da o oranda fazladır. İki yazar bu konuyu, gelişmiş kapitalist ülkelerde incelemişler ve en büyük eşitsizliklerin yaşandığı ABD'deki yüksek mutsuzluk oranının nedenine çok detaylı bir şekilde değinmişler. (Eşitsizlik, İsveç'te ABD'deki kadar hiç değil mesela) Kitaptan burada özellikle bahsetmemiz gerekiyor, çünkü kıyıda atılı bekleyen diğer benzerlerinden biri olmayacak. Kitap şimdiden ilgili herkesin dikkat çekmiş bulunuyor. Hakkında iyi yazılar yazıldı. The Times gazetesinde John Carey kitabı, "Malum siyasi düşünce tarzını değiştirebilecek kadar büyük bir fikre sahip" diye niteliyor. Kitabın, dünyadaki siyasi düşünce tarzını değiştirebilecek fikri ne: İnsanların eşit oldukları, eşit şansa sahip oldukları toplumlarda çok daha mutlu oldukları ve daha az depresyon yaşayıp daha az suç işledikleri gerçeği. Bunu bilimsel yoldan kanıtlıyor. Bu yeniliğin yerlebir ettiği en önemli konu, kapitalizmin temel önermesi, yani "Eşitsizlik iyidir" fikridir. (Bilindiği gibi 'demokrasi' bile, eşitsiz olanların siyasi/ekonomik çıkarlarının tartışa/didişe tatlıya bağlanması rejimidir. Bu konuyu bile sallayabilen bir fikir!)

O halde malum gerçeği yüksek sesle tekrarlayabiliriz: Aşırı zenginlik, tıpkı aşırı fakirlik gibi kötüdür ve toplumu zehirlemektedir. (En iyisi, insanlar arasındaki zenginlik/fakirlik farkının mümkün olduğunca küçük olmasıdır.)
Burada dikkat çekmemiz gereken konu, (kapitalist anlamda) aşırı zenginliğin, zengin olanları da vurduğudur. Birçoklarının sandığı gibi, "Onu fakirler düşünsün" gibi bir "zengin" durum sözkonusu değildir. Zengin ile fakir arasındaki mesafe, fakirin o mesafeyi alabileceğini düşündüğü orandaysa -ancak o şartlar altında- kabul edilebilir bir zenginliktir. Tarihte de esasen böyle olmuştur. Bugünün sanal para zenginleri, iklimleri çökertecek kadar ölçüsüz lüks tüketicileri ile; günde bir doları bile bulamayan dünya nüfusunun yarısı arasındaki eşitsizlik -tarihte benzersizdir. Bunun sürdürülmesi ne mümkündür ne de adildir. Yani kesinlikle sona erecektir. Ama devasa eşitsizlik üzerine kurulu bir zenginliğin zengine ne zararı var? İşte bunu konuşmak gerekiyor.
Büyük eşitsizlikler toplumları adeta hasta ediyor. Kitapta da bu konuda OECD raporları ve istatistiklerinden tutun da (çeşitli ülkelerden) sayısız örnek var. Ama biz kısaca kendi örneklerimize bakalım. O çok zenginler, kendilerini korunaklı duvarların/sitelerin içine hapsetmek zorunda kalıyorlar. Hatta ciplerine hapsediyorlar. Mehmet Bekaroğlu'nun deyimiyle, otobüs durağında çocuğuyla bekleyen eski pardösülü başörtülü kadının önünden geçen kara cip, kadını ve çocuğunu ıslatıyor. Cipin içinde türbanlı bir kadın oturuyor. İşte o kadın, kendine karşı gittikçe büyüyen öfkenin farkında. Cipinden inmiyor. Belki o cipler ve korumalı siteler henüz "Güvenli Sığınak" duygusu veriyorlar ona, ama bu insanlar, sosyal çevrelerinin eskisi gibi normal işlemediğini hemen anlamıyorlar. Bunu anlamaları için biraz zaman gerekiyor. Artık sevilmediklerini, sahte sevgi gösterilerine maruz kaldıklarını, o sığınakların dışındakilerle sahici dostluklarının bittiğini anlamıyorlar. Anladıklarında; gelsin depresyon, gelsin stres, gelsin gelecek korkusu. Zenginlik, insanı korkudan kurtarmıyor. Zenginler, statülerini kaybetme ve diğerleriyle yarışta geride kalma korkusuyla yaşıyorlar. Eşitsizliklerin hızla büyüdüğü günümüzde zenginlerin kendilerini "güvenli" hissetmemeleri bir yana, -önce sevgisizlik ve mutsuzluk diye çok önemli bir sorunları var -ki hayati önemini bu yazıda anlatmayı deneyeceğiz.

İnsanların ruh hallerinin, yani mutlu veya mutsuz olmalarının ne kadar önemli olduğu pek konuşulmadı. İnsanların sürekli mutsuz olmalarının ve mutsuzluklarına neden olan koşulların üretildiği bir atmosferde yaşamalarının (sevgisizlik atmosferinin) ne kadar korkunç bir şey olduğunu herkese iyi anlatmak zorundayız. Mutlu olmak, insan hayatının birinci amacıdır. (Bunu hep hatırlamakta fayda var) Bugünün dünyasında, "Mutluluğu için mücadele etmek" diye (hayvani) bir terim var mesela! Niye?!.. Mücadelesiz olmuyor mu?!.. Mutluluk, her insanın en temel hakkı olmalıdır ve toplum da insanın mutluluğa en kolay ulaşabileceği formatta kurgulanmalıdır. İnsanlar, içine doğdukları ortamda, mutlu olmanın tüm ön koşullarını otomatikman bulmalılardır ve insanlara YENİDEN kalıcı/düzenli olarak mutlu olmanın yolları yöntemleri öğretilmelidir.
Bu mümkün olabilir mi? -Elbette!..
O hedefe doğru adım adım ilerlerken, birçok konuyu da açıklığa kavuşturmak zorundayız. Bu konulardan ilki '
(Kapitalist topluma özgü) Modern Birey'dir. (ve aslen bu yazının konusu değildir)

Mutluluk, modern toplumlardaki gibi -doğrudan- tek tek Modern Bireylerin özgürlüğü ile ilgili birşey ise, bunu sosyalleştirmek pek mümkün olamıyor.
(Çünkü her biri, "paranın sağladığı özgürlüğün" yalnızlığında yaşıyorlar. Birbirinden kopuk moleküller halindeler) Modern Bireylerin mutluluğunun toplamından oluşan bir sosyal/toplumsal mutluluk temeli kurmak kolay değildir. Çünkü modern anlamda toplumsal mutluluk, kişisel önceliklerin ve isteklerin gerçekleştirilmesi temelinde tarif edilen bir kavramdır.
Modern Birey temelinde başvurabileceğimiz 'Mutluluk' anlayışını, toplumun tamamına maledemiyoruz, ortak bir yörüngeye oturtamıyoruz. Çünkü bu temelde; birinin mutluluğu diğerinin mutsuzluğu demek olabiliyor. 'Sahip Olmak' odaklı modern şertlı mutluluk anlayışının yerine 'Olmak' odaklı mutluluk anlayışını geçirmek işleminde, temel kavram elbette 'Eşitlik'tir. Yukarıda sözünü ettiğimiz araştırmacıların saptamaları, bu açıdan önemli elbette.
(Hem de ideolojiler ötesinden bir saptamadır. Bu açıdan, daha da önemli olmaktadır)
Mutluluk öğrenilebilir mi? Bu soruya yüksek sesle 'Evet' diyoruz.
Fakat mutluluğun bir çevrede kalıcı olabilmesi, yaşayabilmesi -hele bugünün didişmece/koşturmaca atmosferinde- oldukça zordur.
Ama mutluluk atmosferini kurmak imkansız değil... İmkanlı... (E o halde imkanlandıralım!..)
Bir vakit çiçek çocuklarının devamı arasında çok moda olan, sonra terkedilen ve modern esoterik batınlık sayılıp köşeye kaldırılan bir konu vardı: Olumlu düşün!.. (ve bunun türevleri). Türkiye'de kısaca "Polyannacılık" diye küçümsenen bu 'iyi hal'in insanları iyileştirmeye bile kaadir olduğunu söyleyenlere gülünürdü (İyileşmesi mümkün olmayan hastalıkları bile iyileştirebildiğine ben bizzat şahidim!). Tabii böyle "hoşluklar", Tıp ilminin
"ciddiyet"ine pek yaklaştırılmazdı, onun dışında tutulurdu. Aynı şekilde bazı hastalıkların bir türlü çaresi bulunamaz, heryeri sapasağlam insanların neden biryerlerinin ağrıyıp durduğu anlaşılamazdı... -şimdi anlaşılıyor.
Olumlu ve olumsuz düşüncelerin gücü kanıtlandı. ("Bilimsel bakımdan kanıtlanmaktan" bahsediyoruz... Burada özellikle dikkat çekmek istediğimiz konu şudur: "Bilimsellik", bu blogu pek de ilgilendirmemekte, hiç de germemektedir!.. "Modern bilim" modern çağın en yaygın inanç biçimi olduğu için, anlattığımız konuların "bilim"e uygunluğu konusuyla da ilgileniyoruz -o kadar!) Olumlu ve olumsuz düşüncelerin gücü hakkında bir örnek vermek istiyoruz:


1930'lu yıllarda Hindistan'da, bir ölüm mahkumunun üzerinde bir deney yapılmasına izin çıkıyor. Adama, eğer kanının yavaş yavaş akmasına izin verirse, acısız ölebileceği söyleniyor. Adam deneye izin veriyor. Gözlerini bağlıyorlar ve yatırıyorlar. El ve ayaklarını metal bir cisimle sertçe çiziyorlar. Ama kan a
kmayacak kadar! Adama kanının aktığını sanması için su damlaması sesi dinletiliyor ve bu arada Hint ilahileri dinletiliyor. Adam, kanının yavaş yavaş bedeninden akıp gittiğini sanıyor. Ve bir damla kan kaybetmediği ve tamamen sağlıklı olduğu halde ölüyor! (Örneği anlatan: Werner Bartens)

Mutluluk ve iyimserlik, insan hayatında, şimdiye kadar tahmin edildiğinden çok daha önemli bir rol oynuyor. Hatta insanın sağlıklı ve kaliteli uzun bir hayat sürebilmesi bu faktöre bağlı. (Arada-sırada da olsa "kavga etmeyi" hayatın tuzu-biberi sayanların dikkatine sunulur: Hani o "Ağzına geleni söyleyip güya içini boşaltmak -içine atmamak" gibi saçmalıklar var ya! İşte onlar insanı zehirliyor. İnsanın bağışıklık sistemini etkiliyor, bozuyor.)
Günlük hayatında vesveseye kapılıp duranlar, kendini sürekli ezik ve haksızlığa uğramış hissedenler (mağduriyet psikolojisi), tehlikeli yaşıyorlar! Onların bu durumdan kurtulmalarını sağlamak sosyal ve psikolojik anlamda herkesin sorunudur, çünkü dar alanda kısa mutluluklar diye birşey yoktur. Mutluluk, toplumun tamamına nüfuz ederse kalıcı ve derin olabilir.
İnsan kendini nasıl hissediyorsa, beden de ona uygun olarak hastalıklara daha açık veya daha kapalı hale geliyor. Öfke ve nefret, en zararlı duygular. Sevinç ve mutluluk en iyi olanları. (Burada 'iyi' sözünü, aynı zamanda 'olumlu' anlamında kullanıyoruz) Bunlar artık sadece iyimser laflar değil, soğuk bilimsel gerçekler!.. Mesela, Alzheimer hastalarının sürekli bilimsel/tıbbi bakım altında olmaları, onlara hasta olduklarını sürekli hatırlatab bir atmosfer, hastalıklarının daha çabuk ilerlemesini sağlıyormuş. Yeşil ve sakin ortamlar, güleryüz, sevinç ve umut, hastalığı mümkün olduğunca hatırlatmayacak tavırlar ve dostça davranış biçimleri, hastaların çok daha çabuk iyileşmelerini sağlıyormuş. Deneylere göre mesela her akşam bir öpücük ve güleryüzlü selamlaşmaya "maruz" kalan deneklerin kan basıncı 2.5 birim düşüyormuş!.. Düzenli olarak: Bir değil iki öpücük, (-hadi o sayıyı yirmiikiye kadar çıkalım!) ayrıca iltifatlar ve ekstra sarılmalar falan, kimbilir kaç birim düşürüyordur!.. (Bak bu "bilimsel" değil -ama insana iyi geldiği kanıtlanmış "cilimsel" ve de "dilimsel" bir gerçek!..) Burada daha önce, iyiliğin rafine edilmesinden bahsetmiştik. Konumuzla doğrudan ilgili olduğu anlaşılacaktır. (Bunları -çocukça bulanlar falan da olabilir tabii, onlara iyi "kara" dünyalar diliyoruz!..)
Dünyanın geleceği, iyiliğin rafine edildiği, çocuklara da küçüklüklerinden itibaren bunun öğretildiği mutlu ve güzel bir dünya olacaktır/olmalıdır
. İyi duyguların yoğunlaştırılması, bazılarına "naif" hatta "zayıflık" gibi gelebilir... (Evet bir tür zayıflıktır!.. Ama güçlü yanı, tüm güçlülerin tozunu atabilecek kalitededir!.. Bunu ayrıca konuşmalıyız).
Son araştırmalara ve dostlardan öğrendiklerimize göre, Mutluluk bir alışkanlık meselesidir. -bu çok önemli.
İyiliği rafine eden, iyiliğe ve olumlu yaklaşıma sadık kalan bir anlayış, bunu 'anlam' ile birleştirerek beyninin gelişiminin yönünü de belirlemektedir böylece. Bu, duyguların fiziki sonuçları ile ilgili kanıtlanmış bir gerçektir. Şöyle: Mutluluğa alışmanın sonucunu, bir bisiklet sürücüsü örneğiyle anlatabiliriz her halde... Düzenli olarak bisiklete binenlerin bacak kasları nasıl gelişirse, birbirini özellikle (bilinçli bir şekilde) hoş tutanların da mutluluk kasları gelişir!.. Bunun birinci anlamı, insanın -belli bir süre sonra- hayattan otomatikman daha fazla zevk almasıdır. Ve bunun için -mesela- dünyayı fellik fellik gezip mutluluğu aramaya falan da gerek kalmaz. (Hindistan'da, pazarda mutluluk satmıyorlar!.. Ashram'larda da yok, Tekkelerde de yok!) Başka bir örnek, yeşil çayırlarda, kestirmeden gidilen yerlerin bir zaman sonra patika olması halidir. Mutluluk uyandıracağı malum tutum ve davranışlarda ısrarlı olmak ve negatif duygulardan uzak kalmak,
önünde-sonunda böyle bir patika haline gelmektedir ve bir dönem mutsuz olunsa bile mutluluk patikasına dönüş yapmak, yolu yeniden bulmak kolaylaşmaktadır. Burada 'Rafine Etmek' dediğimiz olay; o patikayı, iki tarafında salkım söğütler, kiraz ağaçları bulunan harika uzun bir yola, hatta yemyeşil/aydınlık bir tünele çevirmektir! (Yol öyle kesin olunca, yoldan çıkmak da zorlaşmaktadır!)

Gene bilim: Sınav, ameliyat gibi önemli deneyimlerden önce eşi tarafından mesela sırtı sıvazlanan kişiler daha az stres hormonu üretmektedirler. Hastalarla çok dost bir ifadeyle konuşmak, onlara hastalıklarını mümkün olduğunca hatırlatmamak başkadır, onlara hastalıklarını dan diye söylemek başka. Aradaki fark, bazen ölüm/kalım kadar kesin olabilir. Hadi gene bilim: Bir insanı okşamak ve ona masaj yapmak, onunla konuşmaktan daha olumlu/iyi duygular uyandırmaktadır onda.

Konu bu kadar önemliyse, bunun sosyal temelinin inşa edilmesini konuşmaya değer. Mütemadiyen mutlu olmak, insanın kendini sadece daha iyi hissetmesini değil, daha uzun süre -daha kaliteli bir hayat- yaşamasını da sağlıyor. Son bilimsel veriler, mutluluğun, insanın yaşam kalitesindeki öneminin -şimdiye kadar tahmin edilenden- çok daha büyük olduğunu göstermiş bulunuyor. Bunu artık enine-boyuna incelemek zorundayız. Tartışmasız amaç, insanların ve toplumların mutlu olması ve insan haysiyetine yaraşır yüksek kaliteli bir hayatın (Türkiye'ye) ve dünyaya hakim olmasıdır elbette. Eskiden beri kullanılan, ama asla ciddiye alınmayan bu retoriğin içeriğini doldurmak giderek önem kazanıyor. Sonsuz didişmeyi bir yaşam biçimi haline getiren modern para/mal/ün/statü yarışını geride bırakıyoruz ve 'Eşitliği', 'İyiliği', 'İyimserliği', 'Sevgiyi' ve 'Mutluluğu' çok ciddiye alıyoruz.