"Sonsuz özgürlük" şafağında aşkın ölümü!






A
rkadaşımın kalbi kırık. Sevgilisinden ayrı. Durum kritik... İstanbul'un Sarayburnu'nu ve Boğaz'ı gören bir yerinden, yükseklerden, ışılışıl Anadolu yakasına bakıyor. Önündeki kocaman şarap bardağından bir yudum alıyor. "Adamın sesini duymam bile beni tahrik ediyor" diyor. "Ama bana mesefeli şimdi." İç geçiriyor. "Sanki Cennet hemen orada, uzansan tutabilecek kadar yakın, ama sana yasak.." Saçlarını g
özlerine doğru düşürüyor. Yeni kararmış İstanbul'u seyrediyoruz. Susuyoruz. Uzun aramaların ardından bulunmuş bir aşk bu... "Daha önce aşık olduğumu falan sanırdım. Hikayeymiş onlar. Ama işte hep arıyorsun... Hep daha iyisini arıyorsun, daha iyisini bekliyorsun. Bunun için hem fırsat hem de imkan var... O arayış içinde birşeyler yitiriyorsun. En kötüsü, yitridiğinin farkına varmıyorsun -Ta ki gerçek aşk başına gelinceye, neyin ne olduğunu sana hatırlatıncaya kadar." Bana bakıyor. Gözleri yaşlı, pırıl pırıl. "Ne dersin aşk ölüyor mu? Hem de biz farkına varmadan?.."

... Elbette Hayır!...

Onun izni ve isteğiyle daha önce konuştuğumuz bir konudan bahsetmek istiyorum...

Burada çok kısaca değinmiştik; Türkiye'd
e anlatmak biraz zor olacak belki ama (yukarıda sözünü ettiğim arkadaşım da Türk değil zaten), "Gelişmiş dünya"da 'Fazla Özgürlük' diye çok önemli bir sorun yaşanıyor. -Daha doğrusu, bunun nasıl önemli bir konu olduğunun yeni yeni farkına varılıyor. Geçen yıl yitirdiğimiz Amerikan edebiyatının en büyük yazarlarından David Foster Wallace'ın bu konuda tuğla gibi kalın romanları var. Konu Türkiye'de konuşulmuyor, belki yakın gelecekte de pek konuşulmayacak -fakat bu, Türkiye'nin önemli bir avantajıyla ilgili: Türkiye "geri kalmış" bir ülke!

Gelişmiş ülkelerde (modern anlamda) Özgürlük, bir temel değer ve oralarda yaşayan insanlar için bir zorunluluk haline gelmiş durumda. Yani herkes -kişisel prestij açısından da- özgür olmak zorunda. Modern özgürlüğün karşılığı kantitatif/nicel bir (çokluk) "değer"le ilgili. "Daha çok" diye özetleyebileceğimiz bu anlayış, hiçbirşeyle yetinmeme temel anlayışından yola çıkıyor. "Bunun ne gibi zararı olabilir? Her insan daha fazlasını ister" diyenleri (mesela sonradan görme İslamcıları) duyar gibi oluyorum. Yetinmesini bilmeyen insan (ruhu) hastadır. Bu çok eski bir kural. "İnsan daha fazlasını ister" mantığı, -belli bir tür modern "sınırsızlık"ı anlatması bakımından- sakattır ve genelleştirilemez (yani bugün genel kabul görmesi tarihte çok yeni bir fenomendir) "Sürekli daha fazla" mantığının, bütün kültürlerdeki adı açgözlülüktür, görmemişliktir, çiğliktir, (hatta hırsızlıktır). Ayrıca bu yolla sadece stres sahibi olunduğu ve asla mutlu olunamadığı bilinmektedir. Ama modern yaşam tarzı, etraf ("Komşular, akrabalar ne der?" cinsliği) insanlara -hiçbirşeyle yetinemeyen, hep "daha iyisini" (?!) arayan- bir huzursuzluk türü empoze ediyor. Bu da ilerilik/uygarlık sayılıyor -Tüketim toplumuna uygun bir mantalite.

Burada kısaca değineceğimiz sorun, modern tüketim toplumlarına özgü garip bir abartıyla ilgili. Günümüzün "ileri" "modern" insanı, -ona göre- artık hiçbir sınırın olmadığı, her şeyin mümkün göründüğü bir dünyada yaşıyor. Mesela internetin sınırsız iletişimi mümkün kıldığı, sayısız insanla tanışma ihtimali/imkanının olduğu bir dünyada, "ileri" sanılan bu daldan dala atmosferine herkes kendince uyuyor ve yolda bir yerlerde masumiyetini yitirerek düşük modlu bir "aşklar" dünyasında yaşamaya başlıyor. Sevginin tükendiği sınırsız bir dünya! Fakat konumuz kesinlikle aşkla sınırlı değil. İnsanlar, kendi iradeleri tarafından terörize ediliyorlar. İradeleri onlara, "sürekli daha fazla, daha çok" diyor. Daha çok gezmeli, rekorlar kırmalı, daha çok ve derin aşklar yaşamalı, daha fazlasına sahip olmalı, daha pahalı bir arabaya binmeli, bir ev daha satın almalı vs... İşin en öldürücü yanı, bunların mümkün olması! Sistem insanlara, bunlara sahip olabilecekleri imkanlar sunuyor. Mesela orta halli bir Avrupalı, teorik olarak bunların hepsini yapabilir (en azından yapabileceğini düşünebilir) ama bu yolla mutlu olunmadığını çok sonra, ruhunu tüketince anlıyor.

Çokluk anlamında "özgürlük" sonsuz hale geldiği anda yitip gidiyor. Böyle bir "özgürlüğü" taşımak zorunluluğu, özgürlüğü ortadan kaldırıyor. Özgürlük, bir zorunluluk olamaz. Konunun püf noktası da burada.
"Eskiden, bugünkü imkanların onda birine bile sahip değilken mi daha mutluyduk, yoksa şimdi mi mutluyuz?"
Bu soruyu kendine ve etrafına soran herkes, eskiden insanların çok daha mutlu olduklarını, birbirleriyle yarış köpeği gibi yarışmadıkları zamanlarda hem diğerlerine hem kendilerine daha saygılı olduklarını, eskiden mutluluğun daha doğal bir hal olduğunu ve bunun için mutlaka yarışmak/koşturmak gerekmediğini anlıyorlar. Çünkü insanlar belli şeylerle yetinmeyi biliyorlardı. Burada 'tahammül' de devreye giriyor ve 'sorumluluk' ile kardeş olduğunu hemen belli ediyor. Kaldır-at toplumunun damarlara kadar girişmediği zamanlarda insanlar tahammüllüydü, ilk kavgadan itibaren başka sevgili/eş aramıyorlardı. Şimdi aramak/bulmak imkanı çok ve bu da insanları genel bir mutsuzluğa sürüklüyor. Eskilerin 'mantık evliliği'nin Avrupa'da -utandıklarından dikkatli bir şekilde- yeniden konuşulduğunu söylesek, Türkiye'de gülümsemeyle karşılanabilir. Modern anlamda "sınırsız imkanlar/özgürlükler", sınırsız arayışlar/beklemeler anlamına geliyor -o hale geldi- ve insanlar hiçbirşeyle yetinemez oldu. Hergün (reklamlarla da pompalanan) "Ben daha iyisine layığım" mantığı, sadece huzuru ve mutluluğu değil sevgiyi ve aşkı da bitiriyor. Çünkü bu arayış -mantığı gereği- sonsuz. Ve asla tatmin olmuyor.

Tekniğin insanın hayatını kolaylaştırdığı saçmalığı iflas ettiğinde, büyük bir hayal kırıklığı yaşanmıştı. Sınırsız iletişimle artık kimsenin yalnız kalmayacağı teorisi de iflas etti (insanlar daha da yalnızlaştılar) -bir hayal kırıklığı daha. Eski Solcuların bile bel bağladığı (neo) liberal kapitalizmin iflası, bunların üzerine tüy dikti. Artık kimse kapitalizmin geleceğine inanmıyor. Bu da hayal kırıklığı. Modern sanat ve sanatçılık üzerinden mutluluk da tam bir hayal kırıklığı artık. Yok! Galiba tam bir kabus (Sanat diye sergilenen çöpleri -sadece bir kereye mahsus olmak üzere gidin bienallerde falan görün- herkese öneririm. İbret olması için). Şimdi, sistemin sunduğu türden "özgürlüğün" insanları ne hale getirdiği görülüyor. Bu da son hayal kırıklığı. Ama bütün bunlar, sanki insanın modernizm hastalığından uyanıp iyileşmesi için bir tür şok tedavisi gibi... Acı çekiliyor ama boşuna değil bence!..

(Bak böyle teorileri o da biliyor zaten. Onun sevgilisini geri getiremedikten sonra boş laf bunlar!..
Ne yapmalı.. ne yapmalı.. ne yapmalı...)