Mağduriyet psikolojisi ve toplumsal zehirlenme





'A
yrımcılık', bir terim olarak 16'ıncı yüzyıldan beri kullanılıyor (Diskriminierung/discrimination). Bugünkü anlamda kesin tarifinin, 19'uncu yüzyıl sonunda yapıldığını ve Latince 'discriminare' kökünden geldiğini biliyoruz. Türkiye'de 'Mağdur' ve mağduriyet kavramları da, 'negatif anlamda ayrımcılığa uğramış' olanları tarif etmek için kullanılıyor.


Ayrımcılık yapanlara karşı mücadele etmek, mağdurların sesi soluğu olmak ve onların eşitlik talebi için müadele etmek, aynı zamanda bir çağa damgasını vurdu. 'Eşitlik, özgürlük, kardeşlik' sloganı, 1789 Fransız İhtilali'nin olduğu kadar 1917 Ekim Devrimi'nin de temel şiarıydı. Ama ayrımcılık mağdurların iktidarı, hep çok kanlıydı. Fransa'da giyotinle can verenlerin, Sovyetler Birliği'ndeki siyasi 'temizlik'ler sırasında ve Gulaglar'da ölenlerin sayısı milyonlarla ifade ediliyor. 1864'deki intiharına kadar 20 milyon insanın ölümüne neden olan Taiping ayaklanmasının lideri Hong Xiuquan, Mao'nun hayranlık duyduğu 'halk önderleri'nin başında geliyordu. Hong, mağduriyet adına 'Hristiyanlığı yaymak için', Mao da ezilenlerin 'sosyalizmini kurmak için' onmilyonlarca insanın ölümüne neden oldular. 1962'de biten, sadece üç yıl süren 'İleriye Doğru Büyük Atılım' (Da yue jin) döneminde Çin'de 40 milyona yakın insanın öldüğü biliniyor.

Bu gerçeğin diğer yüzü; mağdurların yanında ve onların haklarını savunmak için örgütlü mücadele yürütenlerin, aynı zamanda demokrasilerin kurulmasında ve sağlamlaştırılmasında belirleyici etmen olduklarıdır -tabii iktidara gelmemek ve iktidar olmamak koşuluyla!.. Dünyada 1980'lerin ortasına kadar süren liberal dönemde demokrasinin ve sosyal devletin yükselişini, bu mücadeleye (ve Sosyalist blokla rekabete) borçluyuz. O muhalefetin (ve Sosyalist blok rekabetinin) zayıflayıp ortadan kalkmasıyla birlikte demokrasilerin de bozulmaya başladığına, sosyal devletin neredeyse bittiğine şahit olduk. 'Diskriminere' teriminin tüm modern türevleriyle kariyer yaptığı süre, kapitalist sistemin yaşam süresine tekabül ediyor. Bu dönemde, tarihin en derin sahici mağduriyetleri de ortaya çıktı. Fakat sorunların sosyo-ekonomik boyutunun tamamen gözardı edildiği ve eşitsizlikterin tüm tarihi rekorları kırıp döktüğü neoliberal dönemde aslolan, ekonomi üzerinden değil etnik/dini kimlikler üzerinden konuşmak oldu. Çözümsüzlüklerin nedeni, sorunların ifadesinde kullanılan etnikçi/dinci dilin yetersizliğiydi. Bu dönemin en önemli özelliklerinden biri de yapay mağduriyetler üretilmesiydi.

Tüm gerekçeler bir yana, -mağdur olmak demek, önce, insanın kendini mağdur hissetmesi demektir. Ve mağdurların sözcüsü olabilmek için kültürcü bir dil kullanarak- sanal ayrılıkçılık mağduriyetleri yaratmak gerekebilir. Sonuçta stereo tipler, önyargılar, sosyal ayrımcılık maduriyeti, sosyal psikolojinin ilgi alanına girmektedir ve 'bu alanın en önemli özelliği, değişken ve manipüle edilebilir' olmasıdır (Lars-Eric Petersen, Bernd Six, “Stereotype, Vorurteile und soziale Diskriminierung” 2008).
Günümüz dünyasında mağduriyetler yaratmak, siyasi bakımdan avantaj kazandırıyor, çünkü ayrımcılık mağduru olmak, ahlaki bir haklılık zırhına sahip olmak anlamına geliyor ve mağdura siyasi üstünlük sağlıyor. Üstelik bu anlamda mağdurdan yana olmanın 'political correctness' denen, şimdi neoliberalizmin sevdiği bir terim tarafından korunduğu da malum. İlk kez 1793'te bir Amerikan mahkemesinde (bir duruşmada) kullanılan bu terim, şimdinin etnikçi veya dinci yeni muhafazakarları tarafından, genellikle 'çoğunluğun yüksek değerlerine uymak' anlamında kullanılıyor -tabii burada, 'Azınlığın yüksek değerleri mi, yoksa çoğunluğun yüksek değerleri mi daha yüksektir?' diye bir soru da sorulmuyor. Çağdaş düşünürlerden Richard Bernstein 'political correctness' terimini, çoğunluk tiranlığıyla kıyaslıyor ve onu bir faşizm, fundamentalizm türü sayıyor (“The Rising Hegemony of the Politically Correct” New York Times, 27.10.1990).

Günümüzde, sözkonusu çoğunluk yüksek değerlerinden biri de ayrımcılık mağdurlarından yana olmak. Tabii bu olumlu meziyetin sahiden olumlu sayılabilmesi için, o mağdurların ve mağduriyetin gerçek mi yoksa sanal mı olduğuna bakmak önem kazanıyor.
Sanal mağduriyetler yaratmak, siyasi getirisi nedeniyle çok önemli. Sanal mağduriyetler yaratmanın en kolay yolu, sosyo-ekonomik gerçekler ötesinde bir dil kullanarak, insanların kendini ayrımcılık mağduru hissetmelerini sağlamak. Ve ikinci aşamada, onlar adına bir 'mağduriyetten kurtulma mücadelesi' yürüten taraf pozisyonuna sahip olmak. Bu sosyopsikolojik denkleme dikkat çeken Rainer Paris, eşitlik idealinin ve teriminin şimdi nasıl kötüye kullanıldığını anlattığı bir makalesinde, 'günümüzün eşitlikçilik takıntısı, bir tür açıkgözlülük/düzenbazlık/sinsilik öğretisi haline gelmiştir' diyor. (“Gleichheit. Ein systematisches Argument”, Merkur dergisi 08.2009)

Tüm eşitlik idealleri bir yana, toplumlarda varolan ve hep varolacak olan türden eşitsizliklerin niteliğine dikkat çekmek, sanal mağduriyetlerin daha kolay anlaşılmasını sağlayabilir. Önemli olan, eşitsizliğin doğal farklılıklardan, mesela yeteneklerin farklılığından, kalıcı/tarihi başarılardan vs. kaynaklanıp kaynaklanmadığıdır. Sağlıklı bir eşitliğin temel taşı, -hukuki eşitlik çerçevesi dahilinde- özgür düşünce ve hareketin bir sonucu olarak kendiliğinden ortaya çıkan doğal eşitsizliklerin uyum içinde bir arada yaşayabilmesidir. Başarılı projeler, genellikle ast/üst ilişkisinin kendiliğinden benimsendiği ve o ölçüde iyi iş bölümünün yapıldığı, başarı ve başarısızlıktan herkesin kendine pay çıkardığı ortamlarda yürür. Gönüllü ön koşul, taraflar arasındaki karşılıklı yakınlık, uyum, saygı ve sevgidir. En iyi örneğini aşk ilişkisinde görebildiğimiz bu tip doğal eşitliklerde, sosyal/mesleki/vs. açıdan eşit olmayan taraflar kendilerini o karşılıklı sevgi atmosferinde eşit hisseder. Bu tip doğal eşitliğin sorgulanması, genellikle aşkı ve sevgiyi de bitiren bir şeydir.

Neoliberalizmin hakim olduğu toplumlardaki yapay mağduriyetler, bu tip mutlu sosyal beraberliklerdeki -o zamana dek hiç sorun edilmemiş- çeşitli konuların subjektif/öznel eşitsizlikler üzerinden sorgulanması sonucu, doğal eşitlik ve sevgi ortamını bozar. Bu sosyopsikolojik atmosfer, hayatın tadını kaçırır, toplumda kesimler arasında karşılıklı güvensizlik ve kuşkuyu artırır. Daha önemlisi, toplumda sanal etnik/dini kimliklerin sanal mağduriyeti üzerinden ürtetilen kutuplaşmalara neden olur. Sonuç, bir tür 'toplumsal zehirlenme' durumudur. (age.)
Böyle bir atmosferin -mağdurlar dahil- hiç kimseye yararı olmadığı bir yana; sosyal birlikteliği ve ortak yanları öne çıkarmadan, her alanda sürekli eşitlik/eşitsizlik hesabı kitabı yapan, her pozisyonu kendi sanal mağduriyeti üzerinden değerlendirip sorgulayanların, tatmin ve mutlu olmaları da oldukça zordur.

Peki neoliberal dönemin gerçek mağduriyetleri ile sanal mağduriyetleri arasındaki fark nedir? Neoliberal dönem mağdurları, ancak derin sosyo-ekonomik farklılıklar üzerinden tanımlanabilirler ve bu tanımların etnik/dini bileşeni oldukça önemsiz görünmektedir. Tek önemli yanı, bu sorunların, etnik/dini kimlik diliyle ifade edilmeye çalışılmasından gelmektedir. Burada önemli bir yanılsama ve hayata bakışla ilgili bir sorun yattığı da söylenebilir. Sanal mağduriyet, subjektif/öznel önceliklere göre belirlenmektedir. İnsanlar ve sosyal gruplar arasında, bireysel/kitlesel başarıları, yetenekleri, becerileri vs. ilgilendiren farklılıklar her zaman vardı, şimdi de var, gelecekte de olacaktır.
Her toplumun -bu doğal/özgür eşitsizlikler üzerinden ortaya çıkmış- bir eliti bulunur (veya, uygar bir ülke olabilmesi için bulunmalıdır). Ve bu elit her zaman bir azınlıktır. Bu konu, doğal eşitsizliğin bir sonucudur.

Günümüzün modern toplumunda elit, üç ana başlık altında değerlendirilebilir: Siyasi elit, ekonomi/mülkiyet eliti, eğitimli/yaratıcı elit. Bunlardan üçüncüsü, en önemli elit çevredir, çünkü hem elit olmayan kesimle doğrudan ilişkilidir, hem de en kalabalık elit grubudur. En büyük firmaların bile borsa üzerinden birçok sahibinin olduğu bir dünyada; eğitimleri, kişisel yüksek becerileri, yetenekleri, yaratıcılıkları sonucu elit olmuş bu kesim, günümüz toplumlarının asıl elit sınıfı haline gelmiştir (Bildungsbürgertum/educated class). Bu durum Türkiye'de de farklı değil. Neoliberal dönemin sanal 'ayrımcılık mağduru' kesimleri, elitlerin yeteneğine/kapasitesine sahip olmadan, elitlerle eşitlik taleb eden özgün bir pozisyona sahip görünüyor. Rainer Paris, neoliberal dönemin bu karmaşık ve sağlıksız yaklaşımının nedenini, kendini ayrımcılık mağduru sayanların yanlış karşılaştırma yöntemine dayandırıyor.

İnsanların kendilerini diğerleriyle kıyaslamasından daha doğal birşey olamaz. Ama sağlıklı karşılaştırma anlık bir olaydır ve kendini -aynı ortamda- ondan üstün olanla kıyaslamaktır. Sağlıksız karşılaştırma ise, kendini, -başka ortamdaki- benzeri mağdurlarla kıyaslıyor. Ve 'o şu kazanımlara sahip olmuş, ben de olayım' mantığıyla hareket ediyor. Bu yaklaşım türü, kendi gerçeğinden kopuk bir sanal atmosfer yaratılmasına katkıda bulunuyor. Sanal mağduriyetler üreten yanlış kıyaslama, sanal olduğu için kendini pekiştirmek zorundadır. Ancak o zaman kalıcı olabilir ve bu nedenle duygusal/emosyanal bir yanı vardır. Gareze varan saldırgan bir kıskançlık benimseyerek, Alman filozof Max Scheller'in değimiyle bir halk kesiminin veya elitin varlığını bile kıskanabilecek 'Varoluşsal kıskançlık' noktasına kadar gelebilir (age.). Burada Scheller'in dikkat çektiği kıskançlık, mesela elitin sahip olduğu etkiyi/mülkiyeti/yeteneği/iktidarı kıskanmanın çok ötesindedir ve doğrudan onun varoluşunu kıskanmak durumudur. Sanal ayrımcılık mağduru, bu noktadan sonra, elit karşısındaki doğal yeteneksizliğinin/aciziyetinin onu huzursuz eden 'desteğini' de alarak, pozisyonunu pekiştirmek amacıyla kutuplaşma üretir. Kuruplaşmanın en 'rahat' tarafı, birçok konuyu tartışma dışına çıkararak otomatikleştirmesi ve duygusal yan için malzeme sunabilmesidir. Böylece, sanal mağduriyet psikolojisinin can verdiği en tehlikeli ve en huzursuz edici duygusal ortam da ortaya çıkar. Bu ortamın adı, 'Onun mutsuzluğu, benim mutluluğum' ortamıdır.

2008 ekonomik kriziyle birlikte başlayan dönemde, neoliberalizmin etkisini hızla yitirdiği görülüyor. Yani paradigma değişikliğinin, sanal mağduriyetleri de etkilediği açık. Etnik/dini kimlikleri esas alan 'sorun'ların kendiliğinden çözüm yoluna girmesi eğilimi de bunun bir işareti. Şimdi asıl sorun, galiba bu 'sorunlar'ı, etnik/dini sorun diliyle konuşmaya son vermek ve yeni bir dil bulmakla ilgilidir. Sanal etnik/dini mağduriyet dili, herşeyi kendi diliyle ifade etmek ister. Ama böyle sorunları çözmek için önce bu dille konuşmaya son vermek gerekir. Toplumsal zehirlenmeyi engellemenin ikinci ve daha önemli koşulu, toplumu birarada tutan sevgi ortamını korumak olmalıdır. Mesela toplumda en derin ortak noktalara kadar inerek oralarda bile kim ne kadar Kürt ne kadar Türk, aralarında ne hak/hukuk farkı var, ne kadar eşitler diye soran etnikçi bir dille, sevgi ortamı kurmak mümkün değildir.