ABD’deki seçimler neyi gösterecek?



Kasım 2024’deki Amerikan seçimlerine bir şey kalmadı…

Seçimlerin sonuçları, Dünyada herkesi etkileyebilecek önemde. Trump’ın seçilmesi halinde ABD’yi -Türkiye’nin aşina olduğu- bir tür “tek adam yönetimi”ne çevirip Amerikan ekonomisini “ben bildiğim gibi yapacağım” diyerek allakbullak edeceği şimdiden kesin göründüğünden, demokratik kapitalist ülkeler Harris’e bel bağlamış durumdalar.

   Trump, Başkan seçilince gümrük duvarlarını çok yükseltmekten, dev firmaların vergilerini düşürmekten, faizleri indirmekten bahsediyor ve kendini, göçmenlerin kurduğu “Amerika’daki göçmenlerden kurtuluş savaşçısı” diye pazarlıyor. Yardımcısı, tam bir Bayaz-Anglosakson-Protestan ırkçısı gibi konuşuyor. Seçilmesi halinde Putin ile anlaşıp Ukrayna’yı bir saatte Rusya’ya satması çok mümkün. Bu durumda, Trump’ı vurmaya kalkan ikinci suikastçinin, ölümkalım savaşı veren Ukrayna ile ilintili biri çıkması sürpriz değil, Trump’ın seçilmesini en çok isteyen ülkenin de Rusya olduğu bir sır değil.

   ABD’de giderek azınlık haline gelmekte olduğu görünen Bayaz-Anglosakson-Protestan’ların temsilcisi olmaya soyunan Trump’ı, halkın fakir kesiminin desteklemesi de, Türkiye’nin yabancısı olmadığı bir ironi.

   Dünyada paradigmalar değişiyor, şimdiye kadar “alışılan” sert despotik uzuun süredir siyaseti ve “ökönomi”yi belirleyen aktörler uzatmaları oynuyorlar. Sona ermekte olan Dünyanın ABD’deki temsilcisi Trump, ama aynı Trump, yükselmekte olan yeni paradigmalardan bazılarını da temsil ediyor, mesela ABD’nin içine kapanma trendini. Bunu 2012’de yazmış ve çok kutuplu dünyada etkisini yitirmiş Amerika’nın nasıl görünebileceğinden bahsetmiştim. Trump, “Biz kendimize yeteriz” gibi bir fikriyatla yoksullara yaklaşıyor ve ABD’nin bugünkü refahını, kurulu Batı merkezli Dünyanın merkezi olmasına borçlu olduğunu unutuyor. Bu refah, İkinci Dünya Savaşı sonrasında  zirvesini gördükten sonra 1960’larda konsolide oldu ve 1970’lerde Vietnam malubiyetinden sonra inişe geçti. Fakat öyle bir refah ki, mütemadiyen bozulduğu halde günümüzde bile -başta ordu, finans ve teknoloji plmak üzere- hâlâ zirveyi teşkil ediyor. Trump’ın seçilmesi halinde bozulmanın çok hızlanacağını, ABD’nin iç kutuplaşmasının, 19’uncu Yüzyıldaki gibi (düşük yoğunluklu) bir iç savaşa bile yolaçacağını söyleyebiliriz. Buna da en çok, benzeri bir durumu kendi ülkesinde (çok daha kanlı bir şekilde) yaşayabilecek Putin Rusya’sı seviniyor.

   Kamala Haris’in seçilmesi durumunda, ABD’nin içine kapanması gecikebilecek/olmayabilecek, çok kutuplu yeni dünyada ABD gücünü nisbeten koruyabilecek, mesela Ukrayna’yı satmayacak ve artık bir kısmı “tartışmalı konu” haline gelen “Batılı Değerler”in arkasında daha kararlı durabilecek.

   Buradaki konu, aslında şu:

   ABD, artık, Dünyanın ne tek süper gücü, ne de geleceği belirleyecek kültürel gücü. Bu durum, giderek daha belirgin bir hal alıyor. ABD bunu kabullenecek mi? Trump bunu daha kolay kabullenebilir gibi görünüyor, zira iktidar olmak ve iktidar kalmak için yapmayacağı şey, yemeyeceği nane yok. Kullandığı ötekeleştiren/kutuplaştıran dil iktidar olursa, “God Bless America!” İç savaş çıkma ihtimali daha yüksek.

   Seçimleri Harris kazanırsa, “Diğer güçlü ülkelerden bir ülke olmak” gibi bir şeyi kabullenMEme ihtimali daha yüksek. Bu da bir yeni Dünya Savaşı çıkması ihtimalinin daha yüksek olduğunu gösterir. Tabii bu, “Harris savaş çıkaracak” dediğimiz anlamına gelmiyor. Harris, ABD’nin bugünkü gücünü korumak ve düzeni sürdürebildiğince sürdürmek istediğini ve demografik değişimi gösteriyor. Harris beyaz değil, Trump gibi kumarbaz değil. Trump, rulete, önündeki bütün parayı koyabilecek sorumsuzlukta (Çünkü önündeki para, onun değil, Amerikalıların parası).

   Öyle veya böyle, ABD artık tek süper güç değil ve güç kaybediyor. Ama bu güç kaybı hızlı mı olacak yavaş mı? İşte seçim sonuçları bunu gösterecek.

Türkiye Asyalı olabilir mi -neden Batı? (18)


Türkiye BRICS’e üye olabilir mi? Veya şöyle bir soru da sorulabilir: Türkiye Doğulu/Asyalı olabilir mi? (Zira BRICS’in asıl ağırlığını Çin ve Hindistan teşkil ediyor. Rusya bile bu iki ülkeye kıyasla küçük ortak)

   Bu soruların kesin ve net yanıtı: Hayır!

   Asya önem kazanıyor, yükseliyor, Dünyada Asyalı değerler daha belirgin olacak ve etkileri Türkiye’de de hissedilecek. Çin’in etkisi artıyor/artacak. Ama Türkiye buna rağmen Doğulu değil Batılı ve BRICS’e yakın ama dışında duracak.

   Bazıları, “Türkiye Batılı bir ülkedir” demenin “demode” bir klişe falan olduğunu iddia edebilir. Ama Türkiye’deki Asyacılar, hatta İslamcılar bile Batılı. Türkiye Batılı bir ülke olmanın ötesinde, aynı zamanda “Batıcı” bir ülke. Zira Türkiye’de sadece ve sadece Batılı normlarla düşünülüp konuşuluyor, onun dışında BRICS’i oluşturan ülkeler, fikriyat ve tabii ki Asya neredeyse hiç bilinmiyor.

   Bırakalım medyada yorum yapan “uzmanlar”ı, Türkiye’de, Çin uzmanı olduğunu söyleyenlerin bile büyük çoğunluğu Çin’e, Batı normları üzerinden bakıyor ve Çin’i, Avrupalı/Avrupacı bir uzman gibi anlıyor ve anlatıyor. “Yurt dışında yaşamak isteyen Türk gençler”in tamamı, Batılı ülkelerde yaşamak istiyor, tatile/okumaya Batılı ülkelere gidiyor, asla Doğuya değil.

   Türkiye’de “Kültürlü bi Bey” denilenlerin tamamı, Avrupalı/Batılı kültürü almış, o kültürü bilen okuyan ve modernleşme zamanında Rusya’da ortaya çıkmış (o da Batılı) edebiyatı yücelten kişiler. Yeni yeni merak edilip okunan Çin bilimkurguları, edebiyatı da, Batılıların okudukları popüler kitaplardan ibaret. Türkler’in Çin’de bulunup oradaki sanatı/kültürü/edebiyatı izleyen elemanları yok. Sadece siyasi haberler yapan birkaç gazeteci var, o kadar. 

   Türkiye o kadar Batılı ki, şu anda artık varolmayan -tıkır tıkır işleyen- bir Batı’ya inanıyor. Batı’yı, hayalindeki “Cennet” saydığından, “O Batı’da yaşamak istiyor”. Batı’daki demokrasilerin bozulma eğilimlerini, Faşist partilerin yükselişini, artan yabancı düşmanlığını, eğitim sisteminin bozulmakta oluşunu, ekonomik zorlukları ve daha bir çok sorunu görmüyor, görmek istemiyor.

   Türkiye’deki “Batı İdeali”, irrasyonal boyutlara varabilen bir “Batı Hayranlığı” hatta “Batıya inanç” seviyesinde her kesime hakim, ve bunun entelektüel boyutu da 20’inci Yüzyıl Avrupa merkezciliği dolaylarında. “Batı Düşmanı” olan Türkler bile (“milliyetçiler”, “islamcılar”), Batı’da icad edilmiş olan Sol’dan apardıkları terminolojiyi kullanıyorlar.

   Türkiye’nin “Allame” sayılan ve başta tarih olmak üzere her konuda laf yetiştiren popüler bilim adamları, 20’inci yüzyılın Avrupa Merkezci -artık Avrupa’da olmayan cinsten- entel karikatürleri gibiler. Asya’yı Asya normları üzerinden bilen ve konuşan yok, merak eden de yok.

   Türkiye, tarihsel olarak Batı (yani Avrupa) ile bir aşk ve nefret ilişkisi ile birbirine bağlıdır. Avrupa, bitmek bilmez Fransız-Alman aşk ve nefret ilişkisini nasıl AB ile sonuçlandırmışsa, Türkiye de aynı ilişkisini, Latin Alfabesi ve Batılı kurumları alarak sonuçlandırmıştı. Şimdi, “Batılı olduk da, iyi mi oldu?” tartışmasını yüz yıldır -Batı’dan başka kuş tanımadığı için- bir türlü yürüteMEyen “İslamcılar”, artık var olmayan bir Batı’yı 20’inci yüzyılın eski Batılı normlarıyla savunan Sekülerlere karşı kaybettiler.

   Türkiye’nin siyasi kurumlarını Batı’dan aldığı dönemde, Dünya’da istisnasız tam bir Batı hegemonyası hüküm sürüyordu. Türkler Fesi atıp şapka giydiklerinde, Japonlar, Çinliler çoktan şapka giymişlerdi. Sun Yatsen’in kravatlı resimlerine bakabilirsiniz. Medeniyet, “Sade Batı” sayılıyordu. Bu algı artık değişiyor, ama Türkiye’de değişmedi. Türkiye’de Asya’ya bakış -Asyacılar tarafından da- “Asyanın tekniğini alalım, onlar güçleniyor, güçlünün yanında yer alalım” (“Ama biz gene bildiğimiz gibi Batılı kalalım”) dolaylarında. Bu zihniyet, Osmanlı’nın 18’inci Yüzyılına çok benziyor.

   Türkiye, inanamayacağı kadar Batılı bir ülke. Peki Doğulu olamaz mı? Kısa ve Orta vadede bu kesinlikle mümkün değil. Türkiye’nin Batı ile ekonomik, siyasi ve askeri birlikleri ikincil konular. Daha önemlisi şu: Türkiye ruhen Batılı ve bunun hemen değişmesi hiç mümkün değil. 

   Türkiye, ekonomik zorlukları ve askeri güvensizliği/çekinceleri nedeniyle Doğu ile Batı arasında gidip geliyor görünse de, Batılı kalacaktır. Çünkü bir halkın ruhunun değişmesi ha dedin mi olmayacak bir iştir, üstelik Türkleri kim Asyalı yapacak? Türkiye’de Asyalı gibi düşünen yok, Asya’yı tanıyan yok, oraları tanımaya/öğrenmeye giden de yok. Türkiye’de Çin/Asya hakkında yayımlanan kitaplar hem çok az, hem de seviyeleri bazen inanılmayacak ölçülerde düşük, gerisi de çeviri. Bu çevirilerde bile, Türkiye’nin Asya’ya nasıl “Batı’dan” baktığını görüyorsunuz, zira sadece Batılıların yazdığı Çin kitapları çevriliyor. (Doğuluların yazdıkları çevrilmiyor, çevrilse de okunmuyor -zira anlaşılmıyor!)

   Avrupa’nın en batısında yer alan Portekiz Cumhurbaşkanı Marcelo Rebelo de Sousa, “Batı’nın üstünlüğü altında yaşanmış 500 yıllık dönemin sona ermekte olduğu”nu söyleyip, “Yeni bir tarihi döngünün başındayız” demiş. Evet. Peki Portekiz Cumhurbaşkanı, “Öyleyse biz de BRICS’e üye olalım” demiş mi? Elbette Hayır. Niteliğine bakmadan “ille de güçlünün yanında yer almak” gibi bir zihniyete sahip olmadığından, böyle bir şey söylememiş. “Bir gülün lotus çiçeği açmasını bekleyemezsiniz, gül kendince güzeldir, başka bir şey olmaya ihtiyacı yoktur.” Vietnamlı bilge Thich Nhat Hanh böyle der. Asya yükseliyor. Elbette buna uygun politikalar, ekonomiler, tavırlar vs. olacaktır, ama Türkiye’de yaşayan halkın ruhu Asyalı değil, o nedenle Portekiz gibi Batılı olmaya devam edecektir. Türkiye’de Asyalı gibi düşünen/konuşan hiç yok (Portekiz’de ve Avrupa’da var). Asya’da Demokrasi’nin neden işlemediğini ve halkın da buna neden itiraz etmediğini, Asyalı toplumların önceliklerini merak eden Türk yok. Batılı “Ben” toplumundan farklı olarak “Biz” toplumunun, din de olmadan nasıl işlediğini soran/konuşan yok. Asya’da çok sayıda düşünür, filozof, yazar, çizer, siyaset kuramcısı, teknoloji dahisi vd. var, Türkiye’de kimse bunları bilmiyor, “BRICS’e girelim” diyenler hiç bilmiyor. 

   BRICS, Batı’da, “Batıya alternatif arayan” bir birlik olarak algılanıyor. Yani ona üye olmak istemek bile Batı’ya karşı konumlanmak gibi algılanıyor. Bunun hiç olmazsa kendi çapında asgari bir fikrî altyapısı olsa amenna, belki üzerinde konuşulabilir. Ama Türkiye, aklıyla fikriyle ruhuyla ekonomisiyle ordusuyla sanatı ve enteliyle Batıda yer alırken, “BRICS’e girelim” lafazanlığı, anca Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olunmasını sağlar. Türkiye, “Laik mi olucaz Dinci mi” didişmesi ile Dünyadan öyle koptu ki, Dünyayla yeniden makul bir bağ kuruncaya ve etrafına bakmaya başlayıncaya kadar, iki ayağıyla birden Batı’da durmak zorunda. Türkiye’nin bu -Dünyadan bihaber haliyle- daha da beter savrulmaması için şimdilik, en azından fabrika ayarlarına sadık kalması lazım.

   BRICS çok ilginç bir kurum. Siyasi/yapısal olarak birbirine hiç benzemeyen -hatta aralarında itilaflı- ülkelerden oluşuyor. Henüz Dünya Bankası’yla kıyaslanamayacak ölçekte benzer bir banka kurdular, dikkatle izlemeye çalışıyorum. Kuşkusuz yeni ve sahiden de Batı’ya alternatif olabilir. Ama Türkiye, buna rağmen Batılı.

Türk mantalitesindeki değişim ve iyilik faktörü (17)

 


İslamcılar nereden geldi? Gökten zembille inmediler, hepsi Cumhuriyet okullarında okudu, hepsi sabah derse “Andımız” ile başladı. O halde nasıl “böyle” oldular? Çünkü siz de öylesiniz/öyleydiniz de ondan. Eskiden aynı şeyi sekülerler, halkın geri kalanına yapıyordu -gerçi bugünkü ölçülerde asla değildi- ama bu bir mantalite meselesi. O halde konu hakkındaki yazılara bir giriş yapalım:


Mantalite değişmezse, A gider B gelir, her şey bu kez sadece “Mütedeyyin” denen kesimin ifrit olduğu şekilde gelişir. Türkiye’nin sahici anlamda bir ‘Dünya Ülkesi’ olması için, artık cılkı çımış (İslamcılar tarafından cılkı çıkarılmış) bu kendine Müslüman “şark kurnazı” mantaliteyi değiştirmesi gerekiyor. Bunun için iyi olmak, özgür olmak ve sorumlu birey olmak yeterli. Birçok şey değişti, ama bazı temel konular yeterince değişmedi ve bu da gelecekte yeni “seküler islamcılıkların” ortaya çıkması, yani seküler olduğu halde islamcılar gibi “kendine Müslüman” işleyen kesimlerin diğerlerini baskı altına alıp sömürmediği bir ülke olmaya dikkat etmek gerekiyor. Zira değişmemiş eski kafayla (mantaliteyle) ‘Dünya Ülkesi’ olmak mümkün değil. 

   Konu çok kapsamlı görünse de, şimdilik biraz basitleştirmek mümkün.

   Türkiye’de yapıldığını hiç görmedim ama, başka ülkelerde, “Türkiye’nin Mantalitesi” yazıları/araştırmaları var. Onlardan birini açıp, nasıl görüldüğünüzü kabataslak anlayabilirsiniz, kendinize tarafsız gözle bakmayı öğrenmeden önceki ilk aşamadır. Mesela şöyle şeyler okuyabilirsiniz:

   “Türkler, iktidarla aralarına (siz onu, “Hükmeden otorite/hükümet/devlet” diye okuyun) mesafe koyarlar (yani tamamen kendileri dışında bir şeymiş gibi görürler) ve hiyerarşileri, diğer ülkelerle kıyaslanamayacak ölçülerde kabul ederler.”

   Bu konuda önemli gelişmeler var, halk idari otoriteyi çok eleştiriyor, ama ona tam anlamıyla sadık. Bu nedenle de değişimi sadece “sandık”a endeksliyor. Mesela bu, başka ülkelerden buraya bakanların saptamalarından biri.

   “Türk kültürü, bireysellikten ziyade kollektifliği destekliyor.”

   Herşeyi aileden bekleyen, aile/tanıdık dışında kimseye güvenmeyen -aslında feodal, ama bunun farkında olmayan- bir mantalite var. Yetişkin olan bir kişinin kendi yolunu çizmesi yerine, o yolu “aile büyüğü” çiziyor. Kendi yolunu çizemeyenler de “birinin onun elinden tutmasını bekliyor”. Çok yüceltilen bu tip “aile” mefhumu, bizzat islamcı “kendine müslümanlığı”nı da üreten mekanizma. Bu mekanizmada, “aile büyüğü” ne derse o oluyor ve ailede kimse “aile büyüğünün yaptığı iyi midir kötü müdür” demeden karara “uyum sağlıyor”. Bu feodal aşiret kafası, sadece İslamcılarda değil, sekülerlerde de var. Türk mantalitesindeki kollektivizm, bu sözcüğün gerçek anlamında işlemesi halinde (ki bunun alt yapısı ve kültürü mevcut), toplumu da güçlendirir, yani bireyselliği destekleyen, aile büyüklerine saygıyı onların oturma odasıyla sınırlayan (yani ona saygı gösterilen, ama her halta karışmasın aldırılmayan) bir yaklaşımla, aşılabilir. Buna, “artık büyümek” de deniyor. Daha önce bahsettiğim,“Kendi kafasıyla düşünmek” mefhumunun mikro bazdaki karşılığı bu. Bu konuda kuşkusuz önemli gelişmeler var, ama “aile büyüğü ne derse o” mantığı, abartılı haliyle, liyakati de aşan bir yerden işliyor. 

   Türk mantalitesinin “yardımlaşmak”, “duyarlılık”, “kooperasyon” gibi yanları çok güzel. Mesela dünyada Türk Misafirperverliği” daima övülür (her zaman misafirperver olmasalar da). Ama bu değerler, “büyüğünün kafası”yla değil, kendi kafasıyla düşünen özgür bireyler tarafından işletildiği takdirde -aile ötesinde toplumu da kapsayan- bir güce dönüşebilir. Türkiye şimdi bunu öğrenme aşamasında yol alıyor.

   Eskiden “Torpil” denirdi. Herkesin “Angara’da bi yakını” vardı/olmalıydı (şimdi de bütün İslamcıların Angara’da yakınları var, özde bir değişim olmadı). Ailenizden/tanıdığınızdan başka kimseye güvenmezseniz, ülkeniz, beğenmediğiniz Aşiret devletlerinden biri olarak kalır. Doktora giderken bile “tanıdık” doktor kovalamak ne hazindir. Onun yerine iyi ve güvenilir kurumlar yaratmak (ki bunlar vardı) ve bunun için de her yere “aileden/tanıdık/partidaş” kişileri doldurmak kafasından kurtulmak gerekir. Buna kendi ailenizden başlamalısınız. Bu kafayla yaşamaya devam edip, sadece oyla Türkiye’yi değiştireceğini sanmak, “Sen in biraz da ben yiyeyim” demekten ibaret kalır ve o kafayla sadece ikinci sınıf bir ülkenin yurt dışında kompleksli silik vatandaşları olunur. Başkalarında eleştirdiğiniz yanlara sizin de sahip olup olmadığınıza iyi bakmak gerekir. Böyle şeyleri görebilmek için insanın kendine karşı sahiden tarafsız olabilmesi gerekiyor. Bu, birçok konuda anahtar tutumdur. Tarafsız ve ilkeli bir bakış kazanmak çok önemli. O zaman dağişimin nasıl hızlandığını da göreceksiniz. Bu durum, eski Kam geleneğinde “Kayrakan’a (Dao’ya) engel çıkartmamak” gibi bir hale takabül eder. Birçok şey, hatta kendiliğinden yoluna girer.

   “Türklerin mantalitesinde ‘Risk almak’ pek görülmez. Onun yerine (başkalarının gözünde küçük) düşmemek için başvurulan (uyum) stratejileri uygulanır” deniyor.

   Bugün çok hasreti çekilen ‘Liyakat’in bitişi, “ailenden başkasına güvenme, aileni de mümkünse sustalı maymuna çevir” mantığı nedeniyle yaşandı. Türk mantalitesinin, kötü/zayıf yanlarının abartılması halinde nerelere varacağı yaşanıp görüldü. Liyakatin olması için, “aile” feodalizminin dışında, ilkelere dayalı ilişkiler kurmak gerekir. İlkelerin temeli de ‘İyi Olmak’tır. İyi olmayı, sadece başkalarına gösterdiği vitrini olarak anlayan, ama kendi arasında (yani aile arasında) saf yararcılık dışında ilke tanımayan bir anlayışa artık “riyakarlık” diyebiliriz. İyiliğin ve iki yüzlü olmamanın -insan ruhu için- olmazsa olmaz bir değere sahip olduğunu anlamak gerekir. Sadece ruh sahibi olmak değil, yüksek ruh sahibi olmak, bir ülkeyi yükseltmenin bireysel anahtarıdır. Bu, aynı zamanda sahici iyiliğin neden asla yenilmediği/ezilemediğini ve parayla asla edinilemeyen sahici değerlerin temeli olduğunu anlamamızı da sağlar. Hesabı çok basittir: İyilik gerçek, vitrinci iyilik sahtedir. İkisi çarpışırsa, sonuçta daima sahte olan kırılır. Burada iyiliğin “çoğunluk” olması falan söz konusu değildir. (Bu konuda daha kapsamlı açıklama için blogumdaki diğer yazılara da bakabilirsiniz)

   Türk Mantalitesi hakkında şöyle şeyler yazılıyor dünyada: “Hem Avrupa’nın hem de Ortadoğu’nun bir parçası olan Türkiye, çok zengin bir kültüre sahiptir. Bunu özellikle İstanbul’da görmek mümkün. Türkiye, çok bariz bir şekilde Batılı bir ülke görünümünde olsa da, bazı kültürel (mantaliteyle ilgili) farklılıklar nedeniyle Türkiye’ye gelen turistlere/ziyaretçilere yabancı geliyor. Ama mesela kimse sizden ‘Türkçe bilmenizi’ beklemiyor. ‘Hayır’ sözcüğü mümkün mertebe kullanılmıyor.”

   Türkler, başkalarına, yabancılara karşı gösterdikleri iyiliği ve misafirperverliği, ayrım yapmaksızın Türklere de gösterdiğinde, kendi arasında -mesleğine kökenine vs. bakmadan- aynı göz hizasında konuşmayı benimsediğinde, sahiden ileriye ve yükselişe doğru sağlam bir adım atmış olacak. Farkında olmadan feodal yapılara sıkışmış ikinci sınıf bir ülke olarak kalmayı gençlik artık istemiyor.


Kang Yuwei ve Osmanlı'nın varisleri


Amerika'nın Avrupalılar tarafından keşfinden 24 yıl sonra Londralı Thomas More adlı sivri akıllı biri, “Utopia” adlı ilginç bir kitap yayımladı. (De optimo statu rei publicae deque nova insula Utopia) Avrupa'da gelecek kurgusu mahiyetinde yazılan bu ilk önemli kitapta yazar, ideal bir ada-ülkeyi anlatıyordu. Kitap, Hollanda'daki Leuven'de yayımlandıktan sonra geniş yankı uyandırdı ve More bir yıl sonra kralın danışmanı oldu. O zamanlar, adına bilim adamı denen tipler, henüz -ellerinde metre- dünyanın hertarafını ölçüp kaç bucak olduğunu insanlığa göstermemişlerdi. Coğrafyacılar da dünyayı ve kendilerini tüketmemişlerdi. (Sahi bugün yeni coğrafya alimleri var mıdır, varsa kimlerdir, ne var ne yoktur, ne yapmaktadırlar, mesela geçen yıl nereyi keşfetmişlerdir?) Bilim adamları dünyanın kaç milyar ton bilmemnesi olduğunu ve bunun kaç trilyon dolar filan ettiğini de henüz hesaplamamışlardı.

   Daha sonraki yüzyıllarda, Thomas More’un kitabından esinlenerek ve ‘Ütopya’ sözcüğünün hakkını teslim ederek başka kitaplar da yazıldı. Fakat herkes yüzünü Batı'ya çevirdiğinden, mesela Kang Yuwei diye birinin esaslı ve orijinal bir ütopya kitabı yazdığı konusuna Fransız kaldı. Ne de olsa Kang Yuwei “Utopia”nın piyasaya çıkışından üçyüzseksen küsür yıl sonra "Da tong shu"yu yazdığında Fransızca en moda dildi ("Da tong shu" veya "Ta tung shu", 'Büyük Vahdet' anlamına geliyor. Yazarın bu kitabı, Hindistan'da yaşarken 1902'de yayımlandı).

   20'inci yüzyıl başında sadece Avrupa'da değil, dünyanın Sultan Abdülhamit II tarafından yönetilen bu tarafında da, bilumum milliyetçinin (ve az buçuk sosyalistin), o çok özendikleri modern milliyetçi kapitalizm dünyasının ilerletilmiş versiyonunda, yani sonunda neler olabileceği konusunda en ufak bir ütopya kırıntısı bulunmamaktaydı. Mesela küresel ısınma diye bir şey olacağı henüz hiç bilinmiyordu, çünkü kaba materyalist bilim -yani silim- insanları (Homini eradico), atmosfer değerlerini en kesin şekilde ölçebilmek için üretilen araçgereç endüstrisinin havaya püskürttüğü zararlı gazların çetelesini tutmayı akıl etmemiş, Japonya'ya atılacak atom bombalarını henüz yapmamış, atom bombası düştükten sonra düştüğü yerde ne olduğunu ölçme “şerefine” de henüz nail olmamışlardı.

   Bu tip gelecek ütopyalarına henüz yabancı olunan o devirde, modernleşen insanların günün birinde iklimleri bile bozup dünyayı yaşanmaz bir hale getirebileceklerini, koyun gibi tek tip giyinip/düşünüp/yaşadıkları halde kendilerini “özgün/özgür bireyler” sanacakları da bilinmiyordu. Henüz, bunları hayal edecek kadar ütopist olunmamıştı, olunsaydı bile böyle saçma ütopyalara kimseler inanmazdı, çünkü deliler bile bu kadar deli olamazdı. Mesela ruhsuz silim insanlarının koyunları da kendilerine benzetmek ve tabii inovasyon adına onlara yüzde onbeş insan geni monte etmeyi düşünecek kadar “ileri” gidebileceğini düşünemezlerdi. Üstelik bütün bu saçmalıkların sadece ve sadece para/kar/maaş için yapılacağı da hiçkimsenin aklına gelmezdi.

   “Da tong shu”nun Çinliler tarafından okunduğu dönemde Çin, Batılı süper ulus devletlerden Fransa, Rusya, ABD ve İngiltere'nin kısmi kontrolü (hatta işgali) altındaydı. Nanjing anlaşmasına göre İngilizler Hong Kong'u 1849'da kendi topraklarına katmışlardı. (Çin burayı ancak 1997'da geri aldı). Fransa ve İngiltere'nin Çin'e karşı açtıkları iki "Afyon Savaşı"nı kaybeden Çinliler, daha bu savaşların ikincisi başlamadan, onüç yıl boyunca Taiping ayaklanmasıyla uğraşmışlardı. Kendini Hz. İsa'nın küçük kardeşi ilan eden Hong Xiuquan adında birinin fanatik müritleri, Hristiyan olmayan tam yirmi milyon insanı doğramıştı. (Rakamla: 20.000.000) O zamanlar Osmanlı imparatorluğunun o çok geniş sınırları dahilindeki nüfusu, aşağı yukarı bu kadardı.

   Kang Yuwei, kitabının başarısı nedeniyle Thomas More gibi bir yıl içinde Çin imparatoru Guangxu'nun (Göğün Oğlu 'Tian Zi'nin) danışmanı olamadı. O dönem Çin, henüz bir çocuk olan İmparator Guangxu tarafından değil, onun teyzesi ('Göğün Oğlunun ardında duran': 'Taihou') dul İmparatoriçe Cixi tarafından yönetiliyordu. Cixi, II. Abdülhamit gibi eski usul, ama oldukça akıllı ve zalim bir hükümdardı, öyle ütopya falan dinleyecek durumda da değildi. Çin'i yöneten (Tunguz/Moğol kökenli) Mançu hanedanı, 20'inci yüzyıl başında Osmanlılardan çok daha zor durumdaydı ve Afyon savaşları yenilgisinin yarattığı derin travma, Osmanlı coğrafyasında yaşanan 93 Harbi travmasından pek de farklı değildi (Ama Osmanlı coğrafyasında Taiping katliamıyla kıyaslanabilecek boyutta bir olay asla olmamıştır).

   Şimdi bu yazının başına dönerek, yüzümüzü bu kez Doğu'ya çevirip, buraya kadar Fransız kaldığımız bazı konuları konuşabiliriz. Mesela bu yazının başında sözü edilen Amerikanın 1492'de Kristof Kolomb (Cristoforo Colombo) tarafından keşfi hikayesinin, aslında sıcak gaz içeren naylon bir balon olduğunu hemen görebiliriz. Kolomb'dan yetmiş yıl önce, Ming imparatoru Yongle'nin sağ kolu ve baş amirali Zheng He'nin ("Çang Hı" diye okunuyor) dokuz direkli dev hazine gemileriyle Ümit Burnu'nu dolaşıp Atlantiği geçerek Amerika'ya geldiği teorisi, bugün kısmen kanıtlanmış bulunuyor. Bir önceki Moğol Yüan Hanedanına danışmanlık hizmeti veren İranlı Müslüman bir aileden gelen, Çin'in milli kahramanı Zheng He ve seyahatlerini her Çinli -az ya da çok- mutlaka bilir, okullarda öğrenir.

   Zeng He'nin hikayesi de “Çinlilerin uydurduğu bir balon” sayılacak ise, Piri Reis'e başvurabiliriz. Keskin dilinin bedelini başıyla ödeyen Piri Reis'in malum haritasına göre Osmanlı denizcilerinin, Kolomb'dan önce, Güney Amerika'nın güney ucuna kadar gittikleri, gitmedilerse de o bölgenin haritasını oralara Kolomb'dan önce giden birilerinden aldıkları kesindir. Pekala Zhen He'nin haritacılarından almış olabilirler. Ayrıca Egeli denizcilerin ve korsanların Akdeniz dışında da cirit attığı bir devirde Zheng He, dev armadasıyla yedi uzun yolculuk yaparken, ona Osmanlı denizcileri de pekala eşlik etmiş olabilir.

   Çinliler, 1405'den başlayarak 1433'e kadar, Zheng He'nin dev gemileri ve armadasındaki 28.000 denizcisinin kuvvetiyle dünyayı zorla Çinlileştirmeye kalksalardı, Amerika'nın adı şimdi, (eski Çin yazıtlarında geçtiği üzere) "Fusang" olacaktı ve Amerigo Vespucci adlı, adı var kendi yok şüpheli şahsiyet de, sadece bir gemici efsanesi olarak kalacaktı. Çinlilerin denizlerdeki gücü, (bugün bilinmediği üzere) çok büyüktü. Yelkenli Çin savaş gemileri ("Cönk"ler), Akdeniz'de ve Okyanuslarda dolanan Avrupalı ve Osmanlı gemileriyle kıyaslanamayacak kadar büyük ve sağlamdılar. Karşılaştırmak bakımından bir örnek: Kristof Kolomb'un Amerika'yı bulan gemisi “Santa Maria” 27 metre uzunluğundaydı; Zheng He'nin amiral gemisi ise 122 metreyle tarihin en büyük ahşap savaş gemisiydi. Çin filosunun her gemisi, Kolomb'un gemisinden en az üç misli daha büyüktü. Dünyayı keşfetmek ve bilinmeyen yerlerin haritasını çıkarmak için denize açılan en büyük Çin armadası 317 gemiden oluşuyordu. Gemilerde, o çağın en yeni ve sofistike silahlarını kullanan tecrübeli askerler, zenaatkarlar, doktorlar, bilim adamları vd. yaşıyordu. Uzun yolculuklar için hazırlanmış tam teşekküllü gemilerde meyvasebze bile yetiştiriliyordu.

Çinliler, Yongle'nin Dünyaya "Çin'in şanını göstermak", nüfuz kazanmak ve dünyanın haritasını çıkarmak planını pahalılığı ve “uğursuzluk getiriyor” diye bazı tutucu alimlerin karşı çıkması nedeniyle dondurdular. Yongle'nin halefi Çin imparatoru, bütün uzunyol gemilerini yaktırdı, okyanuslar ötesi seyahati de yasakladı. Eğer bunu yapmasaydı, bugün Avrupa/Batı orijinli değil, Çin/Doğu orijinli global bir dünyada yaşıyor olabilirdik.

   Dünyadaki yaşam koşullarını yoketmek üzere olan tek tip modern insanın rasyonel aklı bu kararı şimdi “ilginç” (hatta “gülünç”) bulabilir. Her şeye yararcılık açısından bakan kaba materyalist aklın cinsliği ve demodeliği bir yana, Çinlilerin kendilerini dünyaya kapata kararını nasıl ve neden alındığı, Çin kehanet sisteminin bu noktada nasıl işlediği, bir uygarlığın kendine nasıl sınırlar koyabildiği gibi konular, sınırsız para/kar güdüsünün mahfetmek üzere olduğu günümüz dünyasında mutlak önem taşıyor. Şimdi kimsenin izah etmek istemediği bu zihniyetin kısmen de olsa yaşadığına dair işaretler var. Çinlilerin sahip olduğu 'Biz' duygusu ve Çin'de 'Ben'in küçümsenip ayıp sayılması, kapitalizm çağında (rasyonel mantıkla değerlendirildiğinde) çok çelişkili görünen farklı durumlar arzedebilmekte. Buna örnek; Çin'in günümüzde, dünyanın (devlet kontrollü) en neoliberal kapitalist ekonomisine sahip olmasına rağmen; bir taraftan da sosyalist “Mao Zedung Düşüncesi”nin sarsılmaz savunucusu olduğunu iddia etmesi, kontrolcü teokratik tek parti (ÇKP) tarafından yönetilmesidir mesela.

   "Da tong shu"da Kang Yuwei şöyle yazıyor: “Büyük Yol” (Dao/Tao veya “Tanrı'nın iradesi”) hakim olduğunda, insanlar, kullandıkları şeyleri kaldırıp atmaktan (tüketicilikten) nefret edecekler, çünkü onların sadece kendilerine ait olmadığını bilecekler. (...) Güçlerini sadece kendileri için kullanmayacakları için, bencil planların temeli de ortadan kalkacak ve böyle planlar gelişme fırsatı bulamayacak. Böylece haydutluk, soygunculuk/sömürücülük ortadan kalkacak. O zaman kimse kapısını kapatmayacak, buna gerek kalmayacak. Böyle bir duruma ‘büyük eşitlik’ veya ‘büyük (toplumsal) birlik/vahdet’ diyoruz.”

   Osmanlı'nın Türkiye’deki varislerinin Çinliler gibi büyük atılımlar yapamamalarının en önemli nedeni, akılcılık yerine nakilciliğe kapılan din temelli durağanlık değildir sadece; aynı zamanda kendilerini modernizmin klasik kaba materyalist modeline fena halde kaptırmış olmalarıdır ve bu iki ucun arasında kutuplaşarak, kendi özelliklerine/kültürlerine daha yakın makul bir yol bulmakta zorlanmalarıdır. Bir türlü atılım yapamamalarının ve bir türlü bir araya gelememelerinin, bunlarla ilişkili, ama daha basit bir nedeni daha var, o da Ortadoğu'da çok yaygın olan “komplocu düşünce tarzı”nı hastalık derecesinde benimsemiş olmalarıdır. Aynı zamanda ‘kolaycılık’ anlamına da gelen bu “tarz", her taşın altında komplocu iç/dış güçler arama alışkanlığı olarak tezahür ediyor. Komplocu zihniyet o kadar yaygın ki, bunu normal sayan insanlar, komplocu düşüncenin “inananları” haline geldiklerinin farkında bile olmuyorlar. Bu bölgenin insanının kendine özgü fikirleri, ütopyaları ve hayallerini geliştirebilmek, kendisiyle barışabilmek, önünü görebilmek ve Çinlilerin yaptığına benzer -ama kapitalizm ötesi örnek- bir yükseliş başlatabilmesi için, önce komplocu/kolaycı düşünce tarzından kurtulması gerekiyor.

Laikliğin dincilikten daha uzun ömürlü olması üzerine (16)


Eskisi kadar özgüvenli olmasa da bazıları, toplum mühendisliğiyle “dindar bir nesil” yetiştirilebileceğine, bunun sadece bir zaman ve devlete hakimiyet meselesi olduğuna hâlâ inanıyor.

   Sekülerleşme, aklın ve eleştirel düşüncenin öneminin artmasıyla ortaya çıktı, sadece Batı’ya has bir şey değil. İnsan neslinin düşünme melekesi güçlendikçe, kendi aklıyla düşünme cesareti de arttı. Kitap basımının icadı, bu gelişmeye çarpan etkisi yaptı. Kitap basmak, önce Çin’de icad edildi, yüzyıllar sonra da Gutenberg ile Avrupa’da ortaya çıktı. 

   Martin Luther’in İncil’i Almanca’ya çevirmesi, eskiden sadece Latince ezbere okunan kutsal kitapların içeriğinin halk tarafından anlaşılmaya başlanması (Reform Hareketi) sonucunda Kilise, çağının entelektüalizm monopolünü kaybetti.

   Sekülerleşme ve laiklik, bunun ardından yaşandı. Gerçeğin temel kaynağı din sayılırken, bilim, gerçeğin asıl kaynağı haline geldi. İşte bu aşamada, sekülerleşme, önce Katolik-Protestan ayrımı ile İngiltere’de başladı. Fransız İhtilali, ‘Laisite’ (Laiklik) ile bunu kurumsallaştırdı. Türkiye, sekülerleşme konusunda Fransa’nın yolunu izlemiştir. Napolyon, Kiliseye/Vatikan’a bağlı tüm kilise varlıklarını devletleştirdi, bütün manastırları kapattı, hatta el koyduğu kilise varlıklarını satarak, savaşlarını finanse etti. Türkiye’deki ifadesiyle “Tekke ve zaviyeleri yasakladı”. Sekülerleşme, zaman içinde -20’inci Yüzyılda- sosyalist ülkelerde dini yapılara karşı zor da kullanarak hızlı ve çok etkili bir gelişme kaydederken, liberal ülkelerde yavaş ama sonuç alıcıydı. Sekülerleşme az veya çok tüm Dünyada yaşandı. 

   Napolyon, sözkonusu gelişmeyi kurumsallaştırmak adına ilginç bir şey yaptı. Devletin içinde ve çeşitli kademelerindeki din adamlarını, yani Vatikan’a bağlı din adamlarının hepsini kovup, yerine “Devletin memuru din görevlileri”ni koydu. Atatürk’ün başlattığı modernleşmenin yanı sıra ‘Laiklik’, bu anlamda Napolyon devri Fransa’sından başlayan laikleşmeye benzer. Yani din adamlarını, devletin belirlediği maaşlı memurlar haline getirmiş ve Diyanet’i kurmuştur (tabii bunun daha sonraki istismarı ayrı konudur) ama asla sosyalist ülkelerdeki gibi sert olmamıştır.

   18’inci yüzyıldan itibaren modernleşmenin sekülerleşmeyi/laikleşmeyi de içeren vektörünü Sol, genellikle “İlericilik-gericilik” kavramlarıyla değerlendirir. Buna göre, “ilerlemiş” ülkeler ve “geri kalmış” ülkeler vardı. Bu değerlendirme türü, internet çağında geçerliliğini yitirdi. İnternet çağında herşey, “eşzamanlı” yaşanıyor. Modernleşme tarihi, aynı zamanda kapitalizmin de tarihi olduğundan, kapitalizmi ve modernleşmeyi değerlendirirken daha dikkatli olmak gerekiyor, ama bu da, rasyonel/eleştirel düşüncenin -yani aklın- sorgulanması anlamına gelmiyor elbette.

   Eskiden, bir “yenilik” ortaya çıkınca, onun duyulması, anlaşılması, örnek alınması için, belli bir zaman aralığının yaşanması gerekiyor, “ileri-geri” konuşuluyordu ve “ileri” sayılanlar tabii ki modernleşmeye ve sekülerleşmeye ilk önce başlamış -sömürge olmayan- modern ülkelerdi, sömürge haline getirilip işgal edilen Çin değildi mesela.

   Seküler bir geleneğe sahip olduğu halde, bu geleneği modernizm/modernleşme konteksinde tarif etmemiş ülkelerde “ilerleme”, ‘Batılı anlamda’ sekülerleşme ile başladı. Doğulu anlamda sekülerleşmenin en has örneklerini, başta Çin olmak üzere, Japonya ve Kore’de görüyoruz. Çin ve ondan etkilenen kültürlerde dinin devlete yön vermesi söz konusu değildi. Kongzi’nin binlerce yıl boyunca etkisini sürdüren öğretisi, bir toplumsal düzen ve ahlak öğretisidir. İnsanın ahlaklı olmasıyla, topluma ve evrensel düzene (Yin-Yang) uygunluğuyla alakalıdır. Geleneksel Türk/Japon sekülerizmi ise askerî bir özellik taşır. Türkler gibi bir Ural-Altay dili konuşan Japonlar, Çin kültüründen etkilendikleri için, Daoizmin en iyi ifadesi Zen öğretisi üzerinden, din yerine bilgeliği seçmişlerdir ve asker olduklarından, rasyonel/eleştirel düşünceye daha açıklardır, bu nedenle hızlı modernleşmişlerdir, tıpkı Türkler gibi. Türkler İran üzerinden aldıkları İslam ile bilgelikten ziyade kuralcı bir dine yaklaştıklarından, modernleşmeleri kesintilere uğramıştır, ama bu seküler özlerini değiştirmemiştir.

   Asya’da, özellikle de Japonya’da yeniden ortaya çıkan ve hızla yayılan eski göçebe (Türk) dini ‘Tängricilik’, din adamının (Kam) siyasetle devletle işinin olmadığı politeist bir inançtır (tabii bir ‘Köke Möngke Tängri” vardır) ve bu anlamda diğer Asya sekülerizmleriyle uyumludur. Türklerin Fransa’dan aldıkları laiklik, tarihî geçmişlerine uygun olduğundan bu kadar sağlam bir şekilde benimsenmiştir, bu nedenle “Araplaştırma girişimleri”ne rahatlıkla direnmiştir, zira seküler meşreplidir. Hem asker olup hem rasyonel/akılcı düşünceye kapalı olmak mümkün değildir. Tıpkı Dao/Zen öğretilerini benimseyen Asyalılar gibi Türklerin de, tüm dinlere açık/toleranslı olmakla birlikte, onları ‘karar mekanizmalarından uzak tutmak’ geleneklerini tüm göçebe/asker toplumlarında görüyoruz. Kam, bilemedin danışmandır, o kadar. Kam, devlet/ülke yönetiminde kurumsal bir rol oynamaz, bilge bir bireydir…

   Kapitalist sistemin bozulduğu, Batı merkezli bir yapı olma özelliğini giderek yitirdiği ve herşeyin giderek -geleneksel Batı üzerinden değil- daha yerel ve evrensel normlar üzerinden okunmaya başlandığı günümüzde, Batı’nın etkisi azalıyor diye Laikliğin azaldığı falan yoktur. Laikliği/Sekülerliği sadece Batıya has bir şey sayan dincilerin ölümcül yanılgısı buradadır. Sanılanın tersine; kapitalist sistem bozuldukça ve aşılması için kafa yoruldukça, kadim seküler/laik anlayışlar yeniden hatırlanıyor ve böylece Laiklik, dinbazların anlayamadığı/anlayamayacağı yeni boyutlar kazanıyor, zira temelinde akıl ve rasyonel düşünce var. Rasyonel düşünceyi eski Çin ve Hint yazıtlarında, eski Asya ekollerinde de görebilirsiniz, ama bunlar tarih içinde pek popüler olamamışlardır, bu nedenle kurumsal Batı sekülerizmi/laikliği “tek” sanılmıştır.

   Türklerin Batı/Roma kültür coğrafyasıyla yakınlığı nasıl halk olarak laik kalmalarını sağlıyorsa, diğer Asyalı halklarla yakınlığı da Kam öğretisi ve Tängricilik üzerinden laik olmasını sağlıyor. Yani farz-ı mahal, Batı önemini iyice yitirse ve Türkler çok daha Doğulu bir halk da olsalar, doğaları gereği Laik kalacaklar. Monoteist dinlerin etkisini yitirmesi, internet çağında herşeyin eşzamanlı yaşanır olmasıyla ilgilidir. Yani bazı saflarının sandığı gibi “Batı zayıflayıp, din yükselecek” falan değildir. Bundan sonra Batı tipi olmazsa Doğu tipi laiklik yükselir. Doğu tipi laikliğin, dinciliğe karşı çok daha sert olduğunu da hatırlatalım. İnsanlar, monoteizmin sergilediği inanılmaz ilkelliğin ve barbarlığın ilerletilmiş sonuncu versiyonunu Suriye/Irak’ta IŞİD özelinde gördükten sonra, modernleşmenin ruhsuzlaştıran özelliğine monoteizm ile çare aramayı terkettiler. Dincilik topyekün iflas etti ve bitti. 

Avrupa Sağa mı kayıyor?


9 Haziran 2024 Avrupa Parlamentosu seçimlerinden sonra “Avrupa Sağa mı kayıyor?” haklı sorusu, bazı peşin hükümlere ve yanlış çıkarımlara yol açıyor. Milliyetçi/ulusalcı Sağ partilerin Avrupa'nın her yerinde önemli ''başarılar'' elde etmeleri, benim de Avrupalı dostlarım üzerinden hissettiğim yeni bir durum. Sözkonusu olan asıl durum, “tepki” oyları ve “korku” oylarıyla ilgili. Daha geniş bir açıdan bakınca, bence, Dünya Sağa değil ama -yeniden tarif edilmesi gereken bir anlamda- Sola kayacak gibi görünüyor.

   Avrupalıların kimyasını bozan ve dolayısıyla Dünyayı da etkileyen üç konu var üzerinde durulmasını gerektiren. Bunların başında, Putin’in Ukrayna’ya doğrudan saldırıp işgal ederek Avrupa'ya 1945’den beri yaşamadığı bir olay yaşatmış olması geliyor. Bu olayın nedenleri konusunda tabii ki türlü çeşitli argümanlar havada uçuşuyor, ama bunlardan hiçbiri, işgal ve savaş gerçeğini değiştirmiyor.

   Avrupalıların kimyasını bozan ikici olay, -tüm engelleme girişimlerine rağmen- Avrupa’nın dört koldan mülteci akınına maruz kalması ve bu akının neredeyse sadece Müslüman diyarlardan gelen mültecilerden oluşması, mültecilerin bitmek bilmeyen yürüyüşleri/gösterileri ve kanlı bıçaklı şiddet olaylarına karışmaları.

   Avrupalıların kimyasını bozan üçüncü konu, Avrupa'nın Çin ve ABD ile ilişkileri. ABD, Soğuk Savaş'ın başından itibaren Avrupa’nın koruyucu kalkanı rolünü otomatikman üslenmişti, Trump denen kişinin Başkan’lığından beri bu değişti. Avrupa'nın Çin’le ilişkileri ise ekonomi ve siyasi bağlamda birbirini iten iki manyetik kutup gibi. Çin'le ilişkiler, ABD’yle ve Avrupalı değerlerle, mesela demokrasiyle sorun üretiyor.

   Avrupalıların kimyasını bozan bu üçlü denklemde Türkiye, Suriyelilerden sonra Avrupa’ya en çok “göçmen” gönderen ülke olmak (ve Rusya ile Ukrayna ve arasındaki görüşmelere tarafsız mekan sunmak) dışında pek bir önem arzetmiyor.

   Müslümanların -kendi ülkelerinde asla yapamadıklarını Avrupa’da yapıp- zırt pırt yürüyüş/gösteri yapmaları Avrupalıları huzursuz ediyor. Anti-İsrail gösterileri insanları bıktırmış görünüyor. Kuşaklar boyu Sosyaldemokratlara ve Sola oy veren dostlarımın bile mültecilere güveni kalmamış. İslamcı militanların sokak ortasında -hem de kameralar önünde- bıçakla polis öldürmeleri, güvensizlik konusunda adeta tüy dikti, seçimlerde (aşırı Sağı destekleyen) ''protesto'' oyları patladı. 

   Genel algı şöyle: ''Ortalığı karıştıranlar hep Müslüman mülteciler. Sürekli gösterilerle cde huzurumuzu bozuyorlar''. Kısacası, Avrupalılar, sayıları hızla artan mültecileri istemiyor. Mültecilerin, kadınları özellikle rahatsız ettiği anlaşılıyor. Avrupalılar, mültecilerin neden başka Müslüman ülkelere sığınmayıp ille de Avrupa’ya geldikleri halde, bulundukları ülkelere uyumsuz davrandıklarını anlayamıyor.

   Seçimlerde beklenenden bol oy alan Sağ partiler, mültecilere düşmanlar ve onlardan kurtulmayı hedefliyorlar. Aşırı Sağ partilerin elbette başka özellikleri de var, mesela Avrupalıların kimyasını bozan “Korku”ları tepe tepe kullanıyorlar. Bir taraftan mültecileri kovmayı vaad ederken, diğer taraftan da ''Ukrayna’dan bize ne'' deyip, Rusya’nın alenî saldırısına ses çıkarmamayı savunuyorlar. 

   Açıkçası Ruslar, ''Yapay Zeka'' denen profesyonel yalancılık mekanizmasını ve internet üzerinden yapılan -kamuoyunu etkilemeyi hedefleyen- rafine manipülasyonları ve tabii ''parayı'' oldukça ''iyi'' kullanıyorlar. Hatta Rusya’nın, bu “milliyetçi/illiyetçi” faşizan Sağı gayet iyi yönlendirdiğini söylemek mümkün. Trump bile Ruslarla aynı telden balalayka çalıyor, Başkan seçildiği seçimlerde Ruslardan manipülatif destek almış olabileceği hâlâ konuşuluyor.

   Tabii Avrupa seçimleri sonucunda şimdi -mesela Fransa’da- erken seçimler yapılacak, bazı hükümetler değişecek, ama bu durum, Avrupalıların ''Korku''larını kaşıyıp duran Rusların Ukrayna’da bataklığa saplandıkları gerçeğini değiştiremiyor. Hele Avrupa ve ABD’nin izin vermesiyle Rusya içlerini de vuran Ukrayna'nın her gün binden fazla Rus askerini öldürdüğünü anlatan Çinli bir paralı Rus askerinin savaş alanından yaptığı yayın internete düştü. Bu profesyonel asker de, böyle acımasız ve çok kayıplı bir savaşı sürdürmenin Rusya açısından imkansız olduğunu anlatıyor. 

   Rusların ''Avrupalıları korkutup ürkütmek'' üzerine kurdukları rafine (medya ve sosyal medya) stratejisinin, Avrupa seçimlerinde Rus yakını bilumum aşırı Sağ partinin oy üstüne oy almasına rağmen başarısızlığa uğradığı söylenebilir. Zira G7 ülkeleri 13 Haziran günü aldıkları bir kararla, Ukrayna’ya 50 milyar Dolar yardım vermeyi kabul etti; bu paralar hem de Avrupa'da/Batıda dondurulmuş Rus varlıklarından alınarak Ukrayna'ya verilecek. Ruslara verilmiş çok net bir yanıt bu ve anlamı da şu: Biz Ruslara karşı aktif pasifizmi savunan aşırı Sağ partilere sağladığın parasal ve bilişimsel desteğin farkındayız, bak biz de Ukrayna'ya -hem de bizzat senin 50 milyar Dolarını- veriyoruz. ''Savaşı kim kazanır?'' sorusuna verilecek yanıtlardan önceki son çıkış mahiyetinde bir tavır G7 ülkelerinin tavrı.

   Avrupalıların savaştan ve Putin'in atom bombası tehditlerinden korkmalarından, bıçaklı Müslüman mültecilerden ürkmelerinden daha doğal bir şey olamaz. Bunların nedenlerini derinlemesine sorgulamak gerekir elbette, Avrupa ve Batı masum da değil, ama her türlü manipülasyonu yapan Rus tipi ''Yapay Zeka''ya boyun eğmeyip karşı önlemler almak da politikacıların işi. Korkuları kullanarak oy alan aşırı Sağın bit pazarına nur yağmış da olabilir -tabii şimdilik- ama bunun sürdürülebilir bir durum olduğu şüpheli.

   Balon gibi şişirilmesi konusunda Rusya’nın önemli ''yatırımları'' bulunan aşırı Avrupa Sağı yükselmiyor, zira Amerikan (ve tabii İsrail) karşıtlığı ve Rusya taraftarı popülizm, mülteci düşmanlığı dışında dişe dokunur politikaları yok. Avrupalı aşırı Sağ partiler, Rus konjonktürüne endeksli yapılar. Batılı ülkelerinin Ukrayna’ya gönderdikleri silahları Rusya içlerinde de kullanma izni vermelerinin ardından net bir şekilde anlaşıldığı üzere savaşın Rusya tarafından kazanılması ihtimali bulunmuyor. Rusya, korkunç kayıplar veriyor ve barış yapmak zorunda, -ama henüz yapamıyor.

   Rusya, Avrupa'daki korkuyu had safhaya çıkarmak için Ukrayna’da atom silahı kullanırsa, buna Avrupa hükümetlerinin bir çoğu dayanamayabilir, ama konunun böylece kapanmayacağı açık.

   Yeniden netleştirmemiz gereken konu şu:

   21. Yüzyılda asıl eğilim, otoriterliğe karşı tepkilerin çok daha rafine hale gelmesi ve otoriterliği aşması olacak. Bu eğilim, otoriter Rusya’dan yana değil. Konjonktürel değişimler ile asıl eğilimleri temsil eden paradigmaları birbirine karıştırmamak gerekir. 2020 sonrası Dünyasının asıl eğilimi, post kapitalizme doğru ilerleyen bir özgürlükler ve kadınlar çağı olmaktır. Otoriterliklerin bu denklemde yaşaması çok zor. “Gelecek korkusu” ile elbette zigzaglar çizilecek, Sağ partiler de bundan ''faydalanacak''tır, ama 2020 sonrasını belirleyen paradigma değişmez.

   Asıl eğilim, rasyonel akıl ve çok geniş birlikteliklerle konuşarak sorun çözme yöntemlerinin esas hale gelmesidir. Kadınsı değerlerle de ilgili olan bu durum, çok farklı kesimler ve aidiyetlerden gelen insanların Dünyanın varoluşsal köklü sorunlarının sorumluluğunu üslenmeleriyle ilgili (Sol geleneğe yakın, enternasyonalist) bir yaklaşımdır, postkapitalizme doğru ilerleyen zorunlu bir istikameti temsil eder. Bunlar, kendisini herkesten üstün gören ve başkalarıyla eşit/rasyonel ilişkiler kurmaktan aciz düşmanperest milliyetçi Sağ ahmakizmde olmayan özelliklerdir. Bu nedenle ''Aşırı Sağın yükselişi'', belki Rus otoriterizminin yelkenleri suya indireceği güne kadar sürer, sonra kenar mahallelerin loş birahanelerinde sona erer.

Muktedir vasatizmin doğası hakkında (15)


Parayla satın alınamayan değerler, insanlık tarihinde belirleyici olan asıl kalite ile ilgilidirler. Buna kısaca (“nicelik” değil) özgün “nitelik” diyoruz. Dünyada yeni bir devir başlarken Niceliğin, yani çokluğun yerine niteliğin/kalitenin yeniden önem kazanmaya başladığı günümüzde, eski maddeci dönemin uç biçimini temsil eden muktedir vasatizm, niteliği hâlâ “çokluk” üzerinden tarif etmeye çalışıyor ve bunda artık başarılı olamıyor. Geçtiğimiz ve aşmak yolunda ilerlediğimiz ve “nicel çokluk”un belirleyici olduğu devirde muktedir vasatizmi, doğası gereği asla sahip olamadığı derinliği/kaliteyi horlamaktaydı. İçine düştüğü trajikomediye yeniden dikkat çekmek için (ilk kez 2018’de bahsettiğim) "Varlığını kıskanmak" (Existenzneid) diye adlandırdığımız sosyopsikolojik duruma değinmek gerekiyor. 

   Muktedir vasatizm, modern toplumların işletilmesi için gereken asgarî/zorunlu kaliteyi bile üretmekte zorlanıp, kendi dışındaki alanlardan ve yurtdışından satın alıyor. Rasyonalizmle de sorunlu vasatizmin, sistemin kendi kriziyle başa çıkamadığı aşamada, sadece kendi azınlık plütokrasisini kollayan, yasa ve kuralları kandine göre işleten, kendisi dışındakilere, “kontrol altında tutulması gereken lüzumlu kalabalık” muamelesi yapması, eskinin feodal (veya Asyalı kuralcı) derebeyliklerine benzetiliyor. “Yeni feodalizm” kavramı da bu yüzden hortlamış bulunuyor.

   “Kapitalist sistem bozuldukça, siyasi anlamda eski feodalizme daha çok benziyor” fikrini Batıda savunanlara karşılık, Postmarksistler, sistemde mafyalaşmanın yaygınlaştığı tesbitini yapıyorlar. Feodal toplumlarda, otoritenin kontrolü ve baskısı dışına çıkmak, bugünkünden çok daha kolaydı.

   Demokratik ortamlarda ortaya çıkmış teknolojik/rasyonel kalitenin, vasatizmi tolere etmek için kullanılması, geçtiğimiz dönemde kısmen başarılı olurken, vasatizme aykırı özgürlükçü nitel/kalite ortamında doğabilmiş ‘kalite’, vasatizmin hizmetine girerek kendi altını oydu ve orijinalliğinden/niteliğinden aldığı gücü kısmen kaybetti.

   Uygarlıklar daima "daha iyiye daha güzele" doğru ilerlemez. Eski rafine Yunan heykellerinin ve uygarlığının, hatta antik Yunan demokrasisinin yerini ilkel Hristiyan ikonaları ve merkezi krallık rejimlerinin alışını inceleyen çok iyi bilimsel araştırmalar ve tarih kitapları mevcut.

   Vasatizmin bu kadar başarılı olmasının en önemli nedeni, “çalışkanlığı”. (Burada “çalışkanlığı” olumlu anlamda kullanmıyorum). Yaratıcılık daima tembellikle alakalı bir konu olmuştur (tembelliği kötü anlamda kullanmıyorum), Marx'ın damadı Lafargue tarafından yazılan "Tembellik hakkı"nı hatırlayalım. Amacını başkalarının belirlediği daimi rutin iş, yaratıcılığın düşmanıdır. Çalışkanlık, ancak, o tembellik dönemleriyle gelen yaratıcılığın “değerlendirilmesi” aşamasında gerçek bir anlam ifade edebilir. Vasatizm, varlığını kıskandığı (Existrenzneid) 'Özgür kalite'yi satın alıp "biat" ettirerek kendi vasat varlığını sürdürebileceğini sanırken, rutine uzak duran ve bu nedenle "çalışkan bakkallar"ın kontrolünden kurtulamayan rasyonel/yaratıcı kalite de özgürlüğünü yitiriyor, bu da gücünü yitirmesi anlamına geliyor.

   Ortada, birbirine güvenmeyip kendini tüketen iki kesim var ve bu güvensizlik ortamında kendi başına, kaliteyi sömürmeden varolamayan Vasatizmin kuru ve de meyvasız "çalışkanlığı" dışında sürdürülebilir bir şey kalmadığından, bütünün evrimi/devrimi zorunlu gibi görünüyor. Vasatları, kullanışlı oldukları için kollayan vasatizmin dijitalleşmiş çalışkan “modern” versiyonunuyla önümüzdeki dönemde yola aynen devam edilebilir mi? Bu hiç mümkün değil. Böyle bir şey Çin'de bile yok, Orta Asya'da ise şimdilik doğal gazla işletilebiliyor..

   Vasatizm, vergisini ve yaratıcılığını kullandığı rasyonel nitel çoğunluk olmadan varolamıyor, kendisi -özgür ruha sahip olmamanın verdiği zevksizlik/renksizlik nedeniyle- yaratıcılığın asgarisini bile üretemiyor, sadece "satın alıyor" ve satın alarak biat ettirmeye çalışıyor. Varlığını çok çalışmasına, yani nicel özelliklerine borçlu “Niteliksiz Azınlık” vasatizmi, nefret ettiği ve varlığını kıskandığı, can hıraş kontrol altında tutmaya çabaladığı “Nitelikli Çoğunluk” olmadan yaşayamıyor, -ama tersi mümkün. Ve ithal vatandaş faktörü bile bu temel denklemi bozamıyor.

   “Nitelikli Çoğunluk”un bu denklemi, kendi lehine işleyebilecek hale getirebilmesi için önce bu varoluş ve “maddi” bağımlılık koşullarının bilincinde olması ve muktedir vasatizmin elindeki tek avantajı bizzat benimseyip -kendi koyduğu kurallarla- “çalışması” gerekiyor. Bu avantajı vasatizmin elinden almak, “çalışkanlık” ile mümkün.

   Vasat, varlığını sürdürmek için mutlaka yaratıcı/özgür akla ihtiyaç duyduğundan, tarih boyunca daima baskı ve tahakküme başvurmak zorunda kalmıştır. Başmelek Mikail’in, (bu blogda sözü edildiği üzere) Denizli-Honaz'da tezahür ederek yaptığı rivayet edilen konuşmasında, "Cehaletin tanrısı şeytandır" dediğini biliyoruz. Mikail, eski monoteist kültürlerde, şeytana karşı savaşı temsil eder. Vasatizmin kötülüğe meyilli olması da cehaleti yüceltmesiyle ve aklı/yaratıcılığı üreten özgürlükle sorunlu olmasıyla ilgilidir. İyiliğin, niteliğin, kalitenin varlığını da bu yüzden kıskanır.

1920’ler, Gertrude Stein ve Café Central



Sanatın tüm toplumları iliklerine kadar kuşatıp onlara yeni bir ruh kattığı zamanlar vardır. 1920’li yılların dünyada sanatsal anlamda nasıl bir hazine teşkil ettiğini ve günümüzde bile hâlâ okunan en güzel kitapların, en güzel resimlerin, o yıllarda yazıldığını ve yapıldığını biliyoruz. “Goldene Zwanziger Jahre” (1920’li Altın Yıllar), Cihan Harbi’nden sonra Almanya’da yaşanan hiperenflasyonun bittiği 1924’de başlatılır ve 1929’daki büyük buhrana kadar sürer. Türkiye için de çok önemlidir tabii. Ülkeyi bugünlere getiren Kurtuluş Savaşı mucizesi ve Cumhuriyet’in kurulup Türkiye’nin Osmanlı sülalesini sepetlemesi, bu döneme denk gelir. Aynı dönemde Türkiye’de sanatın patladığını söyleyemeyiz, ama çok daha önemli şeyler olmuş ve sanat onların gölgesinde kalmıştır diyebiliriz. Mesela Hilafet sona erdirilmiş, “Devletin dini İslamdır” ibaresi Anayasadan çıkarılmış, 1928’de Latin harfleri kabul edilmiştir. Aynı yıl İktisat kongreleri yapılmış ve Türkiye ilk kez ekonomik alanda sahiden rahatlamıştır. Hatta, Stalin’in sınırdışı ettiği Troçki’yi almaya gönüllü tek ülke olarak Türkiye öne çıkmıştır. Aynı dönemde Nazım Hikmet, yazdığı şiirlerle dikkatleri üzerine çeken genç bir yazar.

   Dünya küllerinden doğmakla kalmayıp yepyeni bir kültür-sanat infilakıyla Batılı Çağdaş Medeniyet’in modern klasiklerini üretiyordu. Gertrude Stein, işte o çok tipik Almanca adıyla tam bir Amerikalı kültür kadını olarak Paris’de, daha 1906’da, Pablo Picasso’yu keşfediyor, 1920’lerde Francis Scott Key Fitzgerald’la ve Ernest Hemingway ile de sanat odaklı derin dostluklar kuruyordu. Picasso daha 25 yaşına basmadan, Gertrude Stein onun -bugün “pembe dönemi” sayılan- tablolarını satın alıyordu. Gertrude Stein’ın yakın dostları arasında Henri Matisse de var. Picasso’dan on küsür yıl daha yaşlı olan Matisse, zamanın ölçüleriyle tam bir burjuva hayatı sürüyor.

   1920’lerle ilgili sayısız film yapılmıştır, sayısız roman yazılmıştır, Jazz (Caz) müziğinin de Avrupa’da popüler olduğu bir zamandır. Çağlara rengini veren kültür-sanat dönemleri, insanların özgürlüğe hasret kaldığı ve gelecek korkusuyla yaşadıkları zamanların ardından gelir. Ama bu dönemin başlangıcını 20’inci yüzyılın ilk yıllarına, belki 1905’e kadar geriye götürebiliriz. Rusların Tsushima’da Japonlara yenilmesinin ardından Petrograd’daki ilk ‘Denizciler Ayaklanması’, daha sonra devrimci literatürde “1905 Devrimi” diye adlandırılmıştı. Bu tarih aynı zamanda Bolşevik Devriminin fikir babası Lenin’in ile Bolşevik Devriminin yapıcısı örgütleyicisi ve kurulan ilk Sovyet’in lideri Troçki’nin ortaya çıktığı yıldı. Cihan Harbi 1914’de başladığında, sadece dünya sanatçıları değil, dünya entelektüelleri de Avrupa’daydı. Lenin ve Troçki’nin Viyana’da müdavimi oldukları “Cafe Central”le, sevgili dostum, Avusturyalı entelektüel Franz Schandl ile buluşmamız sayesinde tanıştım. Franz, Viyana’nın her kitapçısında satılan, ülkenin en derin kapitalizm eleştirisi yapan entelektüel dergisini yayımlıyordu ve bana, bu iki devrimcinin sürekli Cafe Central’e geldiklerini anlatmıştı. Tabii buraya sadece onlar değil, Sigmund Freud, Stefan Zweig, Robert Musil gibi devlerin de geldiğini daha sonra öğrendim. 1920’lerde kahveye, sırf “müdavimler okusun” diye, her dilden yerli ve yabancı 250 gazete alınıyormuş. Aralarında, Lenin’in çıkarttığı “Iskra”, Troçki’nin Viyana’da yayımladığı “Pravda” da var.

   Cafe Central’in benim hayatımda da özel bir yeri oldu.

   Franz ile buluşmamız, tartışmamız, saatler sürdü. Bu süre zarfında Viyana’da kısa süreliğine kiraladığı evinden Cafe Central’e gelmesini beklediğim Kızkardeşcim gelmedi. Cep telefonu Avusturya’da bir türlü çalışmadığıdan, onu aramam da mümkün olmadı. Franz gittikten sonra, merak ettiğim endişelendiğim dört saat geçirdim. Bereket konu sadece bir gecikmeden ibaretti, endişelenecek bir şey olmamıştı ama ben Cafe Central’de, sırf gerginliğimi biraz olsun almak amacıyla bir hikaye yazdım. Adı “Kahraman” olan hikayem, zaman içinde şekillendi ve alanında otorite rejisörlerin ve edebiyatçı dostlarımın beğenisini kazandı. 1920’li yılların hemen öncesinde geçen hikayemi artık uzun olmayacak bir sürecin ardından sizlere sunmak, -dileğim.

Gerçeklerden kopuş ve halkın aptallaştırılması sorunu (14)


Gazete tirajları düşüyor, televizyonlar artık seyredilmiyor. Seçmenlerin politikaya olan ilgileri azalıyor ve kimse kendini siyasi partilerden herhangi biri tarafından hakkıyla temsil edilir hissetmiyor. Türkiye için de geçerli olan bu tür “yenilikler”in yanında Avrupa ülkelerinde seçimlere katılım da mütemadiyen düşüyor, kiliseye artık vergi ödemeyip Hristiyanlıktan çıkanlar, bazı Avrupa ülkelerinde halkın yarısına yakınını teşkil ediyor. Türkiye’de kaydı tutulmadığından, İslam’ı terkedenlerin sayısı ve oranı bilinmiyor, ama halkın bazı kesimlerinin dinden uzaklaştığı, artık bir sır değil. Eğitimin kalitesi sürekli düşüyor. Pandemi sırasında okulların kapatılmasının ardından bu durum bir parça düzelmiş olsa da kalite kaybı çok net ve bu listeyi uzatmak mümkün.

Halkın siyasete ilgisizliği karşısında siyasi partiler ya sürekli vitrinlerini yeniliyor ve kaybettikleri güveni ilgiyi yeniden kazanmak için uğraşıyor, ya da parti içi didişmelerle kendilerini yeniledikleri/yenileyecekleri izlenimi vermeye çalışıyorlar. Bu duruma karşı yeni hiç bir siyasi duruş, aktivite ve fikir geliştiremedikleri için, “Moralizm” yani ahlakçılık/etikçilik üzerinden, iktidarları uyarmakla ve sadece konuşmakla yetinen bir muhalefet mevcut. Partilerin konulara yaklaşım dilleri de “dünkü” gibi, yani on-onbeş yıl öncesindeki, herşeyin nisbeten daha iyi işler göründüğü zamanlardaki gibi. Siyasiler halktan kopuyor. Basın ise, siyasetin kendi içindeki didişmelerin şov malzemesi olacak kısmına ilgi gösteriyor. Bu çizginin dışında işleyen basın organları istisna mahiyetinde.

Dünyanın her yerinde, halkın ve siyasilerin “Gerçeklikten kopuşu” ve “kendi konforlu gerçeklerini üretmesi” gibi yeni bir durum sözkonusu. İnsanların gerçeklikle ilgisiz tepkiler vermesini sağlayan bu durum, mesela “Düzdünyacılar” gibi bir akımın bu dönemde ortaya çıkmasını sağlıyor. Gerçeklikten kopuşla birlikte, “Halkın aptallaşması” gibi yeni bir fenomen de yaşanıyor. Herkesin cep telefonu üzerinden her türlü habere ulaşabildiği ve sosyal medyayı kullandığı bir zamanda böyle bir halin ortaya çıkabilmesi, medyayla birlikte sosyal medyayı da sorgulamayı gerektiriyor.

İnternetin yaygınlaşması, yaşadığımız 21’inci yüzyılın ilk çeyreğine damgasını vurmuş olsa da, bu -nisbeten- yeni buluşun halen nasıl kullanıldığı önemli.

İnsan sosyal bir varlık ve gözüyle görüp eliyle tutabildiği bir gerçeklik hakkında başkalarıyla birlikte konuşup yorum yaparken, başkalarının da gerçekçi olabileceğini biliyor, çünkü konuşup yorumladığı şey aynı. Elle tutulur aynı somut konuyu/şeyi konuşurken yapılan yorumun doğruluğuna güveniyor, çünkü çok somut/aynı veriden yola çıkılıyor ve konuşup yorum yapanlar da birbirinin sağlamasını yapmış oluyor.

Günümüzde medyada ve sosyal medyada, somut verilerden değil, doğruluğu ve güvenilirliği kuşkulu verilerden yola çıkılarak yorum yapılıyor, aynı şeyi çok sayıda insanın ‘gerçeklik’ somutluğunda algılayıp konuşabilldiği bir durum bulunmuyor. Sürekli tek taraflı ve hatta manipule edilmiş haber ve enformasyon yayan medya için bu durum daha da vahim. Haberleri karşılaştırarak doğrulamak da genellikle yanıltıcı olabiliyor, çünkü aynı yanlış/manipule haberin klonlarını okuyorsunuz ve dikkat etmezseniz, aynı yanlış haberin başka bir versiyonunu okuduğunuzu anlayamıyorsunuz.

Konuşulan ve yorumlanan bir konunun, herkesin aynı algılayabileceği somut/doğru verilerle doğrudan ilişkisine “triangulation/Triangulität”, yani “nirengi” diyoruz. Manipule edilmiş medyada ve kısmen sosyal medyada bu olmadığından, gerçeklerden kopuk yorumlar yapılıyor ve kolayca yankı odaları oluşabilliyor, belli kesimler kendileri için konforlu “gerçekler” üretip, somut dayanağı olmayan “kanaatler” oluşturuyorlar ve onlara inanıyorlar. Eğitim kalitesinin bozulmasını da buna ekleyince, muhakeme yeteneğinin düştüğü, dayanaksız inancın, bilgiyle verilen kararların önüne geçip gerçeklerden kopulduğu bir durum ortaya çıkıyor. Buna, bir tür “kitlesel aptallaşma” da diyebiliriz. Bu fenomene sosyolojide “Volksverdummung”, yani “halkın aptallaştırılması” deniyor.

Gene de üzüntüye mahal yok. Tarihi daima azınlıklar ve kişiler yapar, kitleler de sonra onlara uyar…

Saldırılamayan, fethedilemeyen ülke İsviçre


Orada “İsviçre” diye bir ülke var uzakta ve şimdiye kadar ne Hitler’i ne Mussolini’si ne de başka bir psikopat politika canavarı işgal etmeye cesaret edebilmiş. Konu, savaştan açılınca, “tarafsız İsviçre’ye ihtiyaçları vardı” falan denir ama asıl gerçek şu: İsviçre alınamaz…

Kendimi bildim bileli kalem kutumda en küçüğünden bir İsviçre çakısı bulunur, hem de yurtdışı seyahatlerinde şimdiye kadar üç kere el konmuş olmasına rağmen yeniden almışımdır. Bu çakılar, İsviçre ordusunda demirbaştır, -ya da ordu yerine “milis” mi demeliyim…

İsviçre, GSMH’dan kişi başına düşen “miktar” ile Dünyanın en zengin ülkesi sayılıyor, bana göre Almanca konuşan Kantonu, Bavyera’nın daha gelenekçi kasabalı şık halidir, Alp Dağları ve eteklerindeki o masalsı köylerinin ve düzenli şehirleri ile sessiz sakin bir ülkedir. Kızkardeşim ülkenin, gitmediğim İtalyan ve Fransız kantonlarını seviyor. Papa, yüzyıllardır en yakın korumalarını ve muhafız alayını İsviçreli askerlerden oluşturur, yani İsviçrelilerin bir de askeri dehası olmalıdır, sadece bankaları, kaliteli çikolataları ve pahalı saatleri değil. İsviçre’nin 150 bin profesyonel askeri var ve askerlik yapan herkes, terhis olduktan sonra silahlarını evine götürebiliyor, yılda bir kez iki haftalık eğitimlere katılıp bilgilerini güncelleyebiliyor. İsviçre’nin dağların içlerine gizlediği birçok askeri üssü, hatta hava üsleri var. İsviçre, savaşa hazırlık babında inşa edilen sayısız dağ sığınağına sahip ve bunların bir kısmı barış döneminde şarap mahseni olarak veya peynir dinlendirmek amacıyla, veya yüksek teknoloji üssü niyetine kullanılıyor.

Hitler’in elbette İsviçre’yi işgal etmek gibi bir planı vardı, adı da “Operation Tannenbaum” idi, ama yemedi. Neden?

Elbette sadece askeri önlemler, bir ülkeyi “saldırılamaz yer” yapmaz. İsviçre’nin geleneksel tarafsızlığı ve bankalar merkezi haline gelmiş olması, kuşkusuz önemliydi ama askeri bakımdan da “alınamaz” bir yerdi ve Hitler’in Rusya için kullanmayı düşündüğü kuvvetlerinin küçümsenemeyecek bir bölümünü İsviçre’nin alınmasına ayırması gerekmekteydi. İsviçre -Putin’in Ukrayna’ya saldırışına kadar- öyle tarafsızdı ki, Birleşmiş Milletler’e bile daha 2002 yılında üye olmuştur.

İsviçre’nin ‘dahice’ diye nitelenebilecek bir savunma stratejisi var. Ülkeye dışarıdan kara yoluyla ulaşmak, sadece köprüler ve tüneller üzerinden mümkün ve sadece bunlar değil, şehirlerin altyapılarını işleten tüm yapılar da, her an havaya uçurulabilir şekilde inşa edilmiştir. Yani İsviçre, karadan gelecek herhangi bir işgali, ülkenin dış Dünya ile bağlantılarını havaya uçurarak hemen durdurabilir ve kimsenin bilmediği dağ üslerine çekilebilir, hatta halkını da dağlara taşıyabilir. Ülkenin her köşesinde gizli (ya da açık) askeri direniş alanları, irili ufaklı silah depoları bulunur, mesela tankların ülkeye girmesi neredeyse imkansızdır. Gerisi, yüksek teknoloji kullanan asimetrik bir savaştır. İsviçre, her yeri tuzaklanmış, şehirleri derhal işlemez hale getirilebilen bir ülkedir ve ülkeyi işgale dayanabilecek ve işgali “kazanımlı”/anlamlı kılabilecek bir ordu galiba yoktur, zira İsviçre’nin bir köyü bile alınsa, alanlar orada hiçbir şeyi kullanamayacak, hiçbir şey işlemeyecektir. Bugünkü İsviçre, 1848’de Anayasasını yazıp resmen kurulduğundan beri kimsenin işgal etmeye yeltenemediği Avrupa ülkesi.  

İsviçrelilerden öğrenilecek çok şey var...