Türkler laikliği, anca doğululaşınca mı terkeder? (19)


Sekülerleşme, aklın ve eleştirel düşüncenin önem kazanmasıyla ortaya çıktı ve insan neslinin düşünme melekesinin artmasıyla ilgili bir durumdu, o da kitap basımının icadıyla ilgilidir. Kitap basımı önce Çin’de, yüzyıllar sonra da Gutenberg ile Avrupa’da başladı. Martin Luther’in İncil’i Almanca’ya çevirmesi, eskiden sadece Latince ezbere okunan kutsal kitapların içeriğinin halk tarafından anlaşılması (Reform Hareketi) ve herkes tarafından okunabilmesi sonucu Kilise, çağının entelektüalizm monopolünü kaybetti. Sekülerleşme ve laiklik, bunun ardından gelişti. Gerçeğin temel kaynağı din sayılırken, bilim, gerçeğin asıl kaynağı haline geldi. Bu aşamada sekülerleşme, önce Katolik-Protestan ayrımı ile İngiltere’de yerleşti. Fransız İhtilali, ‘Laisite’ (Laiklik) ile bunu kurumsallaştırdı ve dini devlet işlerinden tamamen ayırdı. Türkiye Cumhuriyeti, bu konuda Fransa’nın yolunu izlemiştir.

Napolyon, Kiliseye/Vatikan’a bağlı tüm kilise varlıklarını devletleştirdi, yani Türkiye’deki ifadesiyle “Tekke ve zaviyeleri yasakladı”, bütün manastırları kapattı. Bu olay, zaman içinde -20’inci Yüzyılda- hızlı (sosyalist) veya yavaş (liberal) şekillerde tüm Dünyada yaşandı. Napolyon, el koyduğu kilise varlıklarını satarak, savaşlarını finanse etmiştir. Bu konuda ilginç bir şey daha yaptı. Devletin içinde ve çeşitli kademelerindeki din adamlarını, yani Vatikan’a bağlı din adamlarının hepsini kovup, yerine “Devletin memuru din görevlileri”ni koydu. Atatürk’ün başlattığı modernleşmenin yanı sıra ‘Laiklik’, bu anlamda Napolyon devri Fransa’sından başlayan laikleşmeye benzer. Yani din adamlarını, devletin belirlediği maaşlı memurlar haline getirmiş, Diyanet’i kurmuştur (tabii bunun daha sonraki istismarı ayrı konudur).

18’inci yüzyıldan itibaren modernleşmenin sekülerleşmeyi/laikleşmeyi de içerdiği vektörünü Sol, genellikle “İlericilik-gericilik” kavramlarıyla değerlendirmiştir. Buna göre, “ilerlemiş” ülkeler ve “geri kalmış” ülkeler vardı. Tabii bu değerlendirme, geçerliliğini artık yitirdi. Modernleşme tarihi, aynı zamanda kapitalizmin de tarihi olduğundan, bu ikisini değerlendirirken daha dikkatli olmak gerekiyor, -ama bu, rasyonel/eleştirel düşüncenin sorgulanması anlamına falan gelmiyor elbette.

İnternet çağında herşey, “eşzamanlı” yaşanıyor. Eskiden, bir “yenilik” ortaya çıkınca, onun duyulması, anlaşılması, örnek alınması, belli bir zaman aralığında yaşanıyor, bu nedenle “ileri-geri” konuşuluyordu ve “ileri” olanlar tabii ki sekülerleşmeye ilk önce başlamış -sömürge olmamış eski emperyalist- modern ülkelerdi, -Çin değildi mesela.

Seküler bir geleneğe sahip olduğu halde, bu geleneği modernizm/modernleşme konteksinde tarif etmemiş ülkelerde “ilerleme”, ‘Batılı anlamda’ sekülerleşme ile başladı.

Doğulu anlamda sekülerleşmenin en has örneklerini, başta Çin olmak üzere, Japonya ve Kore’de de görüyoruz. Çin ve ondan etkilenen kültürlerde dinin devlete yön vermesi söz konusu değildi. Kongzi öğretisi, bir toplumsal düzen ve ahlak öğretisidir. İnsanın doğal olarak ‘iyi’ olduğu varsayımından harket eder. İnsanın ne kadar “etik” yaşadığı, topluma ve evrensel düzene (Yin-Yang) sağladığı uyumun derecesiyle alakalıdır.

Geleneksel Türk/Japon sekülerizmi askerîdir. Türkler gibi bir Ural-Altay dili konuşan Japonlar, Çin kültüründen etkilendikleri için, Daoizmin en iyi ifadesi Zen öğretisi üzerinden, din yerine bilgeliği seçmişlerdir ve asker olduklarından, rasyonel/eleştirel düşünceye açıklardır, tıpkı Türkler’de de olduğu gibi. Asya’da, özellikle de Japonya’da yeniden ortaya çıkan ve yayılan eski göçebe (Türk) dini ‘Tängricilik’, din adamının (Kam) siyasetle devletle işinin olmadığı politeist bir inançtır (tabii ki bir ‘Köke Möngke Tängri” de vardır) ve bu anlamda diğer Asya tipi sekülerizmlere uygundur. Türklerin modern halini Fransa’dan aldıkları laiklik, tarihî geçmişlerine uygun olduğundan bu kadar sağlam benimsenmiştir, “Araplaştırma girişimleri”ne rahatlıkla direnmiştir, zira Türklerin meşrebi sekülerdir. Hem asker olup hem rasyonel/akılcı düşünceye kapalı olmak zaten mümkün değildir. Türklerin, tıpkı Dao/Zen gibi tüm dinlere açık ve toleranslı olmakla birlikte, onları ‘karar mekanizmalarından uzak tutmak’ geleneklerini tüm göçebe/asker toplumlarında görüyoruz. Kam, bilemedin danışmandır, o kadar. Kam, kurumsal bir rol oynamaz, bilge bir bireydir sadece.

Kapitalist sistemin bozulduğu, Batı merkezli bir yapı olma özelliğini giderek yitirdiği ve herşeyin giderek -geleneksel Batı üzerinden değil- daha yerel ve evrensel normlar üzerinden okunmaya başlandığı günümüzde, Batı’nın etkisi azalıyor diye Laikliğin etkisinin de azaldığı falan yok. Tam tersine; kapitalist sistem bozuldukça ve aşılması için kafa yoruldukça, kadim seküler/laik anlayışlar yeniden hatırlanıyor ve böylece Laiklik, dinbazların anlayamadığı/anlayamayacağı yeni boyutlar kazanıyor, zira temelinde kadim akıl ve rasyonel düşünce var.

Türklerin Batı/Roma kültür coğrafyasıyla yakınlığı nasıl halk olarak Laik kalmasını sağlıyorsa, diğer Asyalı halklarla yakınlığı da Kam öğretisi ve Tängricilik üzerinden Laik olmasını sağlıyor. Yani Türkler daha Doğulu bir halk da olsalar doğaları gereği gene Laik kalacaklar. Yani bazı saflarının sandığı gibi “Batı zayıflayınca, din yükselecek” falan değildir, ancak Doğu tipi laiklik yükselir. Monoteizmin sergilediği inanılmaz bağnazlığın, ilkelliğin ve barbarlığın ilerletilmiş sonuncu versiyonunu Suriye/Irak’ta IŞİD özelinde gördü. O barbarlık da yaşandıktan sonra, modernleşmenin ruhsuzlaştıran özelliğine monoteizm ile çare aramak, terkedildi. Dincilik topyekün iflas etti ve hükmen bitti. Şimdi sadece uzatmaları oynayan endemik türleri yaşıyor, onlar da 21’inci Yüzyıl ortasından önce bitecektir.

Hint-Pasifik’te yeni jeopolitik güç kavgası öncesinde


Suriye’de yeniden inşa dönemi başlamadan, muhtemelen güç mücadeleleri yaşanacak, ama esas itibarıyla yeni statüko, Çin’le uğraşacağını söyleyip duran Trump işbaşı yapmadan kuruldu. Yeni ABD Başkanının, Doğuya odaklanmak karşılığında Rusya’nın elini Avrupa’da rahatlatıp rahatlatmayacağını göreceğiz. 

21’inci Yüzyılı yeniden şekillendirecek Asıl olay Hint-Pasifik’te yaşanacak. Henüz, Çin’i şeytanlaştırmak hatasına düşülmüş değil, ama Çin, tarihteki eski etki alanında daha etkili oldukça, ABD’nin etkisi azalıyor ve bunu doğal yollardan Amerikan ekonomisinin gücüyle durdurmak şimdilik mümkün görünmüyor. Madagasgar’dan Japonya’ya kadar uzanan okyanusa siyasi coğrafyada “Hint-Pasifik” adını, 2007’de Japon başbakanı Shinzo Abe, Hindistan’da yaptığı bir konuşmasında vermiş ve Hintliler tarafından heyecanla karşılanmıştı.

“Hint-Pasifik” denince elbette herkes “önce Çin” diyecektir. Çin, yeni dönemin bölgedeki en siyasi ve ekonomik gücü, ama -sistemin diliyle konuşacak olursak- gittikçe yavaşlıyor (ekonomide büyüme oranı yüzde 4.5’a düştü). Günümüzde, başta Hindistan olmak üzere, Vietnam, Filipinler ve Endonezya, Asya'nın ekonomide büyüme motorları (Hindistan’ın büyüme oranı yüzde 7.2). Ancak bu ülkeler, yükselen Çin refahı “sayesinde” hızla büyüyorlar. Konu, klasik kapitalizmin işlemesiyle ilgili: Çin’de işgücü pahalı, Vietnamlılar daha ucuza çalışıyorlar ve eğitim seviyeleri de yüksek. O halde dünyanın bir numaralı smartphone üreticisi Güney Koreli Samsung firması, telefonlarını artık Çin’de değil, Vietnam’da yaptırıyor. Çok sayıda büyük Avrupa firması da Samsung örneğini izliyor. Çin, Hint-Pasifik bölgesindeki tüm ekonominin yarısına denk gelse de, sözkonusu ülkeler Çin’den bağımsız hareket edebilecek aşamaya yakın görünüyorlar. Ama buna rağmen Çin’in etkisi her yerde görünür vaziyette ve sadece ekonomide değil, kültürde de, günlük yaşamda da mevcut. 

Apple firması 2015’den itibaren, Çin’de değil Vietnam’da ve günümüde bu ülkedeki 35 firmayla çalışıyor. Vietnam, bölgenin yeni bağımsız aktörü olmaya aday. Vietnam, Hindistan, Filipinler, Endonezya ve Tayland, AB ile nihayet serbest ticaret anlaşması imzalarlarsa, olayın rengi daha da değişecek. Şimdilik kimse adından bahsetmese de, Güney-Asya’nın en büyük ekonomisinin, dünyanın en büyük palmiye yağı üreticisi Endonezya olduğunu belirtelim. Bölgemizde petrol ekonomisinden kurtulmaya çalışan ve geleceğe yönelik devrim gibi projeleri olan Suudi Arabistan gibi Endonezya da yükselen Müslüman ülkelerden.

Neoliberalizmin çok önem verdiği globalleşmenin yerini yerel ekonomik etki bölgelerin alması, 21’inci Yüzyılın -nasıl- çok kutuplu bir Dünya haline geleceğinin de işaretlerini sunuyor. Mesela Rusya’ya uygulanan Batılı ekonomik yaptırımlar beklendiği ölçüde etkili olamıyor, zira Rusya kendi ekonomik habitatını oluşturup, doğal gazını Batıya değil Doğuya satıyor. Hint-Pasifik’de herkes Çin’e bakarken, Hindistan ve Vietnam gibi ülkeler yükseliyor. Geçmişe çakılıp kalmamak gerek…

Suriye’de Baas rejiminin sonu ve büyük resim


Suriye’de Baas rejiminin on gün içinde çöküşü ve şimdilik “ılımlı” görüntü veren İslamcıların Şam’ı ele geçirmesi herkesi şaşırttı. Toz duman dağıldıkça, olayın boyutları daha iyi anlaşılıyor. Bu olay önce, İsrail’in 1967’deki “6 Gün Savaşı”ndan beri kazandığı en büyük zaferin bir sonucu olarak değerlendirilebilir. 1979’daki “İran Devrimi”nden beri yükselen bir İran hegemonyası ve İslamcılığın cesaretlendirilmesi sözkonusuydu. İran rejimi, devasa petrol kaynaklarından elde ettiği gelirleri, “vekil güçler” inşa ve tahkim etmeye ayırmıştı. İran’ın Suriye ile ittifak, Yemen, Hamas, Hizbullah’ın “Parti Ordusu” haline getirilmesi ve Irak’ın Şii etkisine girmesi, Osmanlı ile başlayıp 1979’a kadar süren “Sünni etkisi altındaki Ortadoğu” denklemini değiştirmişti. 

   İsrail, İran’ın vekil güçlerini etkisiz hale getirip İran’ı psikolojik baskı altına alarak, zaten içi boşalmış olan Suriye Baas rejimini, ordusu devleti ve ekonomisiyle çöküşün eşiğine getirmiş görünüyor. Suriye ordusunun aylardır maaş alamayan ve yol kesip arabalardan para toplayarak yiyecek alan askerleri, Hizbullah ve İran milisleri olmadan, Rus uçakları uçmadan varlığını sürdürecek durumda değilmiş. Bu değişimin neredeyse kan dökülmeden gerçekleşmesi, olayın en pozitif yanı.

   Olaya en yakından bakınca, İsrail’in büyük zaferinin önce kendine, sonra Türkiye’ye yaradığı görülüyor. Tabii Türkiye Kürt bölgesinin etkisizleşmesini sağlayacak, Rusya üslerinin kalmasını isteyecek, Amerikalılar da yüzlerini İran’a döneceklerdir, ama bunlar, daha büyük resime bakınınca önemli detaylar sayılmazlar.

   Olaya, malum NATO-Rusya/Çin itişmesi açısından bakacak olursak, Hamas’ın 2023 Ekim ayı başındaki saldırının, Rusya’ya Ukrayna’da nefes aldıracak bir hamle olduğu görülür. Böylece ABD’nin, en önemli müttefiki İsrail’e yoğunlaşıp Ukrayna’yı boşlayacağı beklenmiş olabilir. Ama asıl beklenmeyen, İsrail’in askeri başarısıydı. İsrail, tüm İran bağlaşıklarını şaşırtıcı bir şekilde Tahran’ın merkezinde, Suriye’de, Lübnan’da vurarak Şii hegemonyasını sonlandırdı. Bu zaferin görünmeyen başarıları, Rusya ile yapılan bazı pazarlıkları olabilir. Ya Ruslar Suriye’de kalacak ama Ukrayna’da ilerlemeyi durduracaklardır, ya da Suriye’den çıkıp Ukrayna’da işgal ettikleri topraklara sahip olacaklardır. Olayın daha geniş açıdan bakılınca görünen yanı, Türkiye’nin Rusya ile Batı arasında salınıp durmasını sonlandırıp -beklendiği gibi- Batı’nın safında hizalanması, Suriye’de hakim güç haline gelme ihtimaliyle Rusya’ya eyvallahının kalmaması, Ukrayna savaşının da daha tehlikeli bir aşamaya geçmesi. Rusya Ukrayna’dan sonra Suriye’de de bir hezimet yaşıyor, utandırıldı. Ukrayna’yı “bir haftalık operasyonla alırız” söylemi boş çıkmıştı. Gerçi sonra Rusya toparlandı, korkunç bir hız ve miktarda silah üretiyor, ama ABD’yi başka savaşlarla meşgul etme girişimi ters tepmiş görünüyor.

   Gelinen aşamada Rusya, içine düştüğü utançtan kurtulmak için atom silahlarını sahiden de kullanabilir, hem de bunu sonrasındaki izolasyon ve iç karışıklıklar pahasına yapabilir. Tabii bir de daha geniş açıdan bakmayı gerektirecek durumlar var.

   Günümüzün otokratik totokratik “siyasi” zevatının anlamadığı bir konu var: Zaman aleyhlerine işliyor. Bakın Şam’ı alan İslamcı tayfa bile, adaletten, herkese eşit davranmaktan, Hristiyanlara ilişmemekten falan bahsediyor. Derslerini iyi çalışmışlar, çünkü otoriterlerin bastığı zeminin çökeceği, soludukları oksijenin kesileceği bir zamanda yaşıyoruz. Rusya’nın başarılı olabilmesi için, önce Putin’i indirip onun yerine demokratik bir yönetim kurması gerekiyor. Aynı konu bütün dünya için geçerli. 20’inci yüzyıl artığı otokratik yapıların sürdürülmesi çok zor. Bu gerçeği İsrail de Trump da anlamak zorunda kalacak. Sistemin entropik çözülmesi hızlanıyor. Suriye, ekonominin Captagon satışıyla döndürülmeye çalışıldığı bir “failed state”. Devletin önce özel hizmete mahsus mafyatik yolsuz bir örgüte dönüşüp, ülkelerin çeşitli bölgelerinden çekilmesi ve ardından çökmesi ile devletsiz bölgeler artıyor. Böyle bölgeleri, Güney Amerika’dan Asya’ya kadar artık her yerde görüyorsunuz. Bu gelişmenin son kurbanı Irak idi, şimdi Şam’ı alan İslamcıların “devleti koruyacağız” yaklaşımı, onlara akıl verenlerin akıllandıklarını gösteriyor, zira ülkeleri parçalamak, devletleri yok etmenin sonucu mülteci akınları, IS gibi barbar örgütlerin doğuşu ve dipsiz bir fakirleşmeye yol açtığı anlaşılıyor. Eskiden bunlar tolere edilebiliyordu, ama sistemin bütününü tehdit edebilecek boyutlara ulaştığından daha dikkatli davranılıyor.

   Suriye’nin despotuna karşı başlayan “askeri” harekat, despottan bıkmış yılmış halkın katılımıyla kısa sürede devrime bezer bir görünüm arzetti. İçinde bulunduğumuz zamanın özgün kalitesine uygun bir gelişmeydi ve otoriter yönetimlerin hepsi bunu “not etti!” Zira er ya da geç, hiç ummadıkları bir şekilde hızlı ve temiz tarafından bertaraf edilebilirler. Şaşırtan zamanlarda yaşıyoruz ve Suriye bir istisna teşkil etmeyecek gibi görünüyor.