Sekülerleşme, aklın ve eleştirel düşüncenin önem kazanmasıyla ortaya çıktı ve insan neslinin düşünme melekesinin artmasıyla ilgili bir durumdu, o da kitap basımının icadıyla ilgilidir. Kitap basımı önce Çin’de, yüzyıllar sonra da Gutenberg ile Avrupa’da başladı. Martin Luther’in İncil’i Almanca’ya çevirmesi, eskiden sadece Latince ezbere okunan kutsal kitapların içeriğinin halk tarafından anlaşılması (Reform Hareketi) ve herkes tarafından okunabilmesi sonucu Kilise, çağının entelektüalizm monopolünü kaybetti. Sekülerleşme ve laiklik, bunun ardından gelişti. Gerçeğin temel kaynağı din sayılırken, bilim, gerçeğin asıl kaynağı haline geldi. Bu aşamada sekülerleşme, önce Katolik-Protestan ayrımı ile İngiltere’de yerleşti. Fransız İhtilali, ‘Laisite’ (Laiklik) ile bunu kurumsallaştırdı ve dini devlet işlerinden tamamen ayırdı. Türkiye Cumhuriyeti, bu konuda Fransa’nın yolunu izlemiştir.
Napolyon, Kiliseye/Vatikan’a bağlı tüm kilise varlıklarını devletleştirdi, yani Türkiye’deki ifadesiyle “Tekke ve zaviyeleri yasakladı”, bütün manastırları kapattı. Bu olay, zaman içinde -20’inci Yüzyılda- hızlı (sosyalist) veya yavaş (liberal) şekillerde tüm Dünyada yaşandı. Napolyon, el koyduğu kilise varlıklarını satarak, savaşlarını finanse etmiştir. Bu konuda ilginç bir şey daha yaptı. Devletin içinde ve çeşitli kademelerindeki din adamlarını, yani Vatikan’a bağlı din adamlarının hepsini kovup, yerine “Devletin memuru din görevlileri”ni koydu. Atatürk’ün başlattığı modernleşmenin yanı sıra ‘Laiklik’, bu anlamda Napolyon devri Fransa’sından başlayan laikleşmeye benzer. Yani din adamlarını, devletin belirlediği maaşlı memurlar haline getirmiş, Diyanet’i kurmuştur (tabii bunun daha sonraki istismarı ayrı konudur).
18’inci yüzyıldan itibaren modernleşmenin sekülerleşmeyi/laikleşmeyi de içerdiği vektörünü Sol, genellikle “İlericilik-gericilik” kavramlarıyla değerlendirmiştir. Buna göre, “ilerlemiş” ülkeler ve “geri kalmış” ülkeler vardı. Tabii bu değerlendirme, geçerliliğini artık yitirdi. Modernleşme tarihi, aynı zamanda kapitalizmin de tarihi olduğundan, bu ikisini değerlendirirken daha dikkatli olmak gerekiyor, -ama bu, rasyonel/eleştirel düşüncenin sorgulanması anlamına falan gelmiyor elbette.
İnternet çağında herşey, “eşzamanlı” yaşanıyor. Eskiden, bir “yenilik” ortaya çıkınca, onun duyulması, anlaşılması, örnek alınması, belli bir zaman aralığında yaşanıyor, bu nedenle “ileri-geri” konuşuluyordu ve “ileri” olanlar tabii ki sekülerleşmeye ilk önce başlamış -sömürge olmamış eski emperyalist- modern ülkelerdi, -Çin değildi mesela.
Seküler bir geleneğe sahip olduğu halde, bu geleneği modernizm/modernleşme konteksinde tarif etmemiş ülkelerde “ilerleme”, ‘Batılı anlamda’ sekülerleşme ile başladı.
Doğulu anlamda sekülerleşmenin en has örneklerini, başta Çin olmak üzere, Japonya ve Kore’de de görüyoruz. Çin ve ondan etkilenen kültürlerde dinin devlete yön vermesi söz konusu değildi. Kongzi öğretisi, bir toplumsal düzen ve ahlak öğretisidir. İnsanın doğal olarak ‘iyi’ olduğu varsayımından harket eder. İnsanın ne kadar “etik” yaşadığı, topluma ve evrensel düzene (Yin-Yang) sağladığı uyumun derecesiyle alakalıdır.
Geleneksel Türk/Japon sekülerizmi askerîdir. Türkler gibi bir Ural-Altay dili konuşan Japonlar, Çin kültüründen etkilendikleri için, Daoizmin en iyi ifadesi Zen öğretisi üzerinden, din yerine bilgeliği seçmişlerdir ve asker olduklarından, rasyonel/eleştirel düşünceye açıklardır, tıpkı Türkler’de de olduğu gibi. Asya’da, özellikle de Japonya’da yeniden ortaya çıkan ve yayılan eski göçebe (Türk) dini ‘Tängricilik’, din adamının (Kam) siyasetle devletle işinin olmadığı politeist bir inançtır (tabii ki bir ‘Köke Möngke Tängri” de vardır) ve bu anlamda diğer Asya tipi sekülerizmlere uygundur. Türklerin modern halini Fransa’dan aldıkları laiklik, tarihî geçmişlerine uygun olduğundan bu kadar sağlam benimsenmiştir, “Araplaştırma girişimleri”ne rahatlıkla direnmiştir, zira Türklerin meşrebi sekülerdir. Hem asker olup hem rasyonel/akılcı düşünceye kapalı olmak zaten mümkün değildir. Türklerin, tıpkı Dao/Zen gibi tüm dinlere açık ve toleranslı olmakla birlikte, onları ‘karar mekanizmalarından uzak tutmak’ geleneklerini tüm göçebe/asker toplumlarında görüyoruz. Kam, bilemedin danışmandır, o kadar. Kam, kurumsal bir rol oynamaz, bilge bir bireydir sadece.
Kapitalist sistemin bozulduğu, Batı merkezli bir yapı olma özelliğini giderek yitirdiği ve herşeyin giderek -geleneksel Batı üzerinden değil- daha yerel ve evrensel normlar üzerinden okunmaya başlandığı günümüzde, Batı’nın etkisi azalıyor diye Laikliğin etkisinin de azaldığı falan yok. Tam tersine; kapitalist sistem bozuldukça ve aşılması için kafa yoruldukça, kadim seküler/laik anlayışlar yeniden hatırlanıyor ve böylece Laiklik, dinbazların anlayamadığı/anlayamayacağı yeni boyutlar kazanıyor, zira temelinde kadim akıl ve rasyonel düşünce var.
Türklerin Batı/Roma kültür coğrafyasıyla yakınlığı nasıl halk olarak Laik kalmasını sağlıyorsa, diğer Asyalı halklarla yakınlığı da Kam öğretisi ve Tängricilik üzerinden Laik olmasını sağlıyor. Yani Türkler daha Doğulu bir halk da olsalar doğaları gereği gene Laik kalacaklar. Yani bazı saflarının sandığı gibi “Batı zayıflayınca, din yükselecek” falan değildir, ancak Doğu tipi laiklik yükselir. Monoteizmin sergilediği inanılmaz bağnazlığın, ilkelliğin ve barbarlığın ilerletilmiş sonuncu versiyonunu Suriye/Irak’ta IŞİD özelinde gördü. O barbarlık da yaşandıktan sonra, modernleşmenin ruhsuzlaştıran özelliğine monoteizm ile çare aramak, terkedildi. Dincilik topyekün iflas etti ve hükmen bitti. Şimdi sadece uzatmaları oynayan endemik türleri yaşıyor, onlar da 21’inci Yüzyıl ortasından önce bitecektir.