Anthony Quinn kitabı ve aktörün sevgili eşi Katherine Quinn’in jesti


Geçtiğimiz yıl bu günlerde, dünyanın bence en iyi karakter oyuncularının ilk on listesinde mutlaka yer alması gereken büyük Aktör Anthony Quinn hakkındaki kitabım yayımlanmıştı. Kitap aslında bir dörtlemenin ilkiydi. “Dört Karakter” adıyla hazırlamayı düşündüğüm bir çalışmanın ilk bölümü. Blogumda yayımlamış olduğum bölümlerin genişletilmesi sonucu oluşmuştu. Aslında ikinci bölümde Jean Gabin, üçüncü bölümde Jack Lemmon, dördüncü bölüm de de Gert Fröbe yer alacaktı. Ama dayanamayıp çalışmanın ilk bölümünü kitap halinde yayımlamaya karar verdim (iyi ki de vermişim, zira ilgi alanlarım değişti ve aldığım onca nota rağmen) diğer bölümleri hazırlamayı erteledim. Ancak kitap yayımlandıktan sonra yaşadığım en güzel şey, Anthony Quinn’in eşi Katherine Quinn’den gelen, aktör hakkında yazılmış kocaman bir kitaptı. Aktörün hayatını ve etkinliklerini çok güzel fotaraflar eşliğinde anlatan kitabın girişinde Katherine Quinn’in bana teşekkürü de çok hoş bir jestti elbette.

Diğer büyük karakter oyuncularıyla tamamlamadan yayımladığım Anthony Quinn çalışması, internetten araştırdığım kadarıyla O’nun hakkında Türkçe yazılmış tek kitap. Bu arada başka bir çalışmamı, “Sahnelerin Yıldızı”nı (iki tiyatro eleştirmeninin absürd sinir harbi hakkında bir hikaye) bitirdim. O -son halini almak üzere- demlenedursun, Jean Gabin’le ilgili okumalarıma ve seyirlerime devam edebilirim.

“Anthony Quinn / Bir karakterin doğuşu”nun ilk yılında bunları yazmak istedim. Sevgili Christine Huth-Hildebrand ile birlikte, çalışmalarımız hakkında sizleri bilgilendirmeye karar vermemizin bir gereği olarak…

Herkese harika bir yıl diliyorum.

Selamlar, sevgiler. 

“Pergamon - transkulturell” blogu ardındaki anafikir, Selçuk Salih Caydı ve Christine Huth-Hildebrandt hakkında

Yazan: Christine Huth-Hildebrandt

Bu blogun ardındaki anafikir, içeriğinin farklı perspektiflerden analiz edilip kaydedilebileceği bir iletişim platformuna sahip olmaktı. İstanbul'dan meslektaşım ve arkadaşım Selçuk Salih Caydı ve Frankfurt am Main'de yaşayan ben, 2013'ten beri internet üzerinden tartışmak üzere buluşmaya başlamıştık. Tartışmalarımızı, karşılıklı ziyaretlerle İstanbul ve Frankfurt kafelerinde sürdürdük, bildiklerimizi aktararak saatlerce konuştuk ve bu arada sadece konularımızın değil, bakış açılarımızın da nasıl değişmeye başladığını, nasıl daha esnek hale gelmeye başladığını ve kendi alışıldık değişmez düşünce kalıplarımızın dışına çıkmak istediğimizi gözlemleyebildik. Bunları neden yazmayalım ki diye düşündük ve 10 yıl önce bu blogu birlikte geliştirdik. O zamandan bu yana 10 yıl geçti. Bir duraklama oldu, etrafımızdaki dünya değişti ve o zamanlar konuşurken ve yazarken sergilediğimiz tarafgir olmayan fütursuzluğumuz da değişti. Konular 'kış uykusunda' ve bahar henüz görünmüyor. Yeni yollar seçildi. Selçuk eskisi gibi heyecan verici hikayeler yazmaya devam ediyor. Ama aynı zamanda sinemaya da yöneldi ve senaryolar yazmaya başladı. Ben de yedi yıldan fazla bir süre önce Almanya'dan ayrıldım, Ürdün'de yaşıyorum, bu ülkeyi ve çevresini tanımak, sadece insanları dinlemekle kalmayıp onları kendi bakış açılarından ve düşünce tarzlarından anlamaya çalışmak için çok zamana ihtiyacım oluyordu. Şimdi aldığım sayısız notları düzenlemeye ve bu blogda yayınlamaya başlıyorum. Buradan yeniden bir diyalog çıkabilir mi? Bunu henüz bilmiyoruz. Gene ortak ilgi alanlarımız olacak mı? Ancak kesin olan bir şey var ki, tartışmalarımız daha farklı fikirlerin zıtlaşması hale geldi, bakış açılarımız yaşadıklarımızı çok farklı şekillerde yansıtıyor ve ikimiz de kendi basmakalıp görüşlerimize karşı daha duyarlı hale geldik. Bakalım bunlardan yeni verimli tartışmalar geliştirebilecek miyiz.


Selçuk Salih Caydı hakkında

(2014 yılında yazılmıştır)

Selçuk Salih Çaydı'yı 2013 yılında Türkiye'de keşfettim. Kendisi Almanya'da iki dilli Twitter hesabıyla tanınıyor. Gezi hareketi sırasında, Türkiye'den protestoların canlı ve güncel halini Almanya’ya sürekli olarak sunan birkaç kişiden biriydi. Ancak onun Twit'leri güncel bir olayla ilgili "140 karakterlik resimli bir mesaj "dan çok daha fazlası. Selçuk sadece bir siyasi analist değil, aynı zamanda bir blog yazarı. Konstantiniye Notları'na göz atan herkes, onun betimleyici bir şekilde yorumladığı ya da tarihsel bir perspektiften bakıp geleceğe yönelik bir gözle sunduğu konuların çeşitliliğine hayran kalacaktır.

Sadece blogunda gezinirken bile, bazen çeviriyi zorlaştırsa da, kendine has dilsel üslubuyla özenle hazırlanmış bu metinlere akan bilgi ve beceriyi hissedebilirsiniz. Ancak Selçuk her şeyden önce bir edebiyat adamıdır. Romanlar üzerinde çalışıyor ve öyküler yazıyor. Öyküleri, yaratıcı canlılıkları, ince mizahi yanları ve derinlikleriyle büyüleyicidir. Hikayelerinin içine ördüğü tarihsel gerçekler hakkındaki bilgisinin doğruluğu da her zaman etkileyicidir. Selçuk Salih Caydı'nın bu çeşitliliği, Twitlerine bakarken ve okurken zaten hissediliyor. İstanbul ve çevresinde yaptığı fotaraflı gezintiler, Orhan Pamuk'un donuk, hüzünlü ve depresif bakışının ağırlığıyla çok hoş bir tezat teşkil ediyor, izleyenlere capcanlı ve çok yönlü bir şehri takdim ediyor. 

Selçuk, şehirdeki gezintilerinde takipçilerini de yanında götürüyor, onlara pazarları gezdiriyor, antikacıları ziyaret ediyor ya da Cafe kültürü hakkında bilgiler veriyor. Kitapçıları ve sahafları ustalıkla ve bilinçli bir şekilde karıştırıyor, her zaman yeni keşifler ya da izini sürdüğü ve internette sürpriz olarak yayınladığı nadir eşyalar arıyor. İstanbul'a duyduğu sevgi, ister Boğaz'da bir gemi, ister İstiklal Caddesi ya da Beyoğlu'nun dar sokakları olsun, fotoğraflarının her birinde parlıyor ve onlara özel bir çekicilik ve cazibe katıyor. Selçuk'tan İstanbul hakkında ve İstanbul'a derinlemesine bakış, internetteki yüzlerce "turist şehri İstanbul" fotoğrafından, hep aynı olan sayısız cami ve saray fotoğrafından, susamcı ve kestaneci fotoğraflarından ve Kapalıçarşı'nın ışıltılı dünyasını gösteren sayısız kareden çok hoş bir şekilde ayrılıyor. Selçuk'un İstanbul'u için çok önemli bir konu daha var: şehrin kedileri. 

Twitter arşivine girip kedi fotoğraflarını saysanız yüzlercesi çıkar, çünkü Selçuk kedileri çok seviyor ve İstanbul bir kedi şehri olarak biliniyor. Kendisi de yazıyor, "İstanbul'un kitap kültürünü” anlatıyor ve “sokaktaki kedilerin okurlar ve özgürlük arşivcilerine uğur getirdiği”nden bahsediyor. Twitter'da Selçuk'un halen neler hakkında yazdığını da öğrenebilirsiniz. Zaman içinde yazılan öykü ve romanlar hakkında fikir sahibi olmak için takipçilerinin birçoğu "umarım hepsi Almanca olarak yayınlanır" temennisinde bulunuyor. Türkçe bilenler blogda romanlarının daha ayrıntılı bölümlerini bulabilirler. Genel olarak, blokta çok sayıda düşündürücü ve analitik malzeme var. Ve öyküler de var: Konstantiniye Mikronnotları'ndaki kısa öyküler, uzun öyküler ya da Hoca Nasreddin hakkında yeniden yorumlayarak anlattığı eski öyküler.  

Bir de "Günaydın ..." ve "İyi geceler ..." tweetleri var ki, bunlar da -yine bağlam içinde okunduğunda- şiirsel bir Twittliteratürü teşkil ediyor ve çoğu zaman günün güncel olaylarıyla bir bağlantı kuruyor ya da geçmiş olayların izini sürüyor ve böylece diğer tweetleri ve metinleri hakkında merak uyandırıyor. 

Selçuk Salih Caydı'nın özellikle sevdiğim yönü, duyarlılığı ve Türkiye'de hala çok yaygın olan maço davranışlardan onu çok hoş bir şekilde ayıran, kendi kaderini tayin hakkının her türlü baskılanmasını ve bununla birlikte gelen baskın dindarlığı tutarlı bir şekilde reddetmesi. Aynı zamanda, günlük Türk yaşamında bunu tespit etmek ve sunmak için çok özel bir yolu var. Geleceğe sınırsız bir iyimserlikle bakıyor ve bunu şimdiki zamana karşı sevecen bir alay ya da keskin bir ironi ile birleştiriyor. Her zamanki sevilen sivri dilli söylemiyle, siyasal İslamcılığın her türlü baskıcı biçimine karşı çıkıyor.

Selçuk Salih Caydı'nın burada ortak bir blog oluşturma kararından onur duyuyorum ve düşüncelerimi onunla paylaşmak için sabırsızlanıyorum. Onun beni ilgilendiren konulara bakışı ilk başta bana garip geliyor ve metinlerine nüfuz edip hissetmem gerekiyor: kelimelerine, cümle yapılarına ve ayrıca imgelerine. Muhtemelen o da benim için aynı şeyi hissediyordur. Beni ilgilendiren konulara tamamen farklı bir şekilde bakan ve bu konular hakkında benden tamamen farklı düşünen bir diyalog ortağını uzun zamandır arzuluyorum. Bu, heyecan verici diyaloglara yol açabilir. Bilemiyoruz. Burada sadece deneyeceğiz. 


Christine Huth-Hildebrandt hakkında

(2024 yılında yazılmıştır)

Adaletsizliğin her türüne karşı çıkan protesto hareketlerine her zaman ilgi duydum, Türkiye'deki Gezi hareketi ilgimi çekti ve İstanbul'a daha sık gelmeye başladım. Selçuk ile orada tanıştım. Uzun süre Almanya'da yaşamış olan Selçuk'la Frankfurt'ta bir süre aynı sokakta yaşamış olmamız ve bizim orada o dönemde bir şekilde karşılaşmamış olmamız çılgınca.

Türkiye'ye ilk kez 1980 darbesi sırasında gittiğimden beri hayranlık duyuyordum. Almanya'ya döndüğümüzde ‘Alternative Türkeihilfe’ örgütünü kurduk. O dönemde edindiğimiz dostluklardan bazıları bugüne kadar sürdü. Türkiye'de 1999 yılında meydana gelen depremden sonra, 2011 yılında Frankfurt'tan Köseköy'e özel bakıma muhtaç çocuklar için "Frankfurt Haus Kocaeli" kuruldu. İzmit'teki üniversite ile ve daha sonra İstanbul'daki Aydın Üniversitesi ile bağlantılar kuruldu. İstanbul benim ikinci 'yaşam alanım' oldu. Uçaktan indiğimde kendimi evimde hissettim. Ancak tüm bunlar 2017'de değişti. Ürdün'de yaşamaya karar verdim ve o zamandan beri ülkeyi ve insanlarını tanımak ve anlamakla meşgulüm. Türkiye'ye yaptığım ziyaretler askıya alındı. Onun yerine Selçuk, görüşmelerimize devam etmek üzere Amman'a geldi. 

Burada da Cafe ve restoranlara gidip saatlerce konuşuyor ya da yazıyorduk, vakit geçiriyorduk.

İlk ziyaretinde bana şaşkınlıkla “Burada, nerede gazete satılıyor?" diye sordu. Bunu fark etmemiştim bile. Evet, gazete yok. İstanbul'da her köşe başında, benzin istasyonlarında, büfelerde gazete satılırdı... İstanbul'da tomarla gazete satın alırdı. Onun alametifarikası gibiydi kolunun altındaki bu gazeteler. Ve böyle devam etti, gündelik yaşamda çok alıştığım farklılıkları gözlemleyerek. İstanbul'da her köşe başında birçok dilde yayın satan kitapçılar, sahaflar, İngilizce kitap satan kitapçılar ve hatta bir Alman kitapevi var. Selçuk'un İstanbul'da dolaşıp kitapçılardaki kedilerin fotoğraflarını çekerek Twitter'da paylaşmasına alışkındım. “Burada yok mu?” diye soran bakışını yorumladım. Evet, Amman'da da kitapçılar var, ama belki de İstanbul'da alışık olduğumuzdan tamamen farklı bir şekilde. Ama bu konu Amman'daki kitapçılarla ilgili ayrı bir yazı olarak blogda yer alacak.

Selçuk ve ben artık farklılıklarımızı geliştirdik ve sağlamlaştırdık. Çevremizle uzlaştık. Ama aynı zamanda sadece mekânsal olarak değil, görüşlerimiz bakımından da birbirimizden uzaklaştık. 2025 yılı bizim için bu blogda yeni bir başlangıç olabilir, birbirimizi yeniden anlamak ve ortak bir zemin bulmak için. Yeniden denemeye karar verdik.

(Orijinal metin için bakınız: Pergamon - transkulturell)


Ben de bu blogun okurları için birkaç söz yazmalıyım...

Amman’daki Alman Ürdün Üniversitesinde sosyoloji profesörü olan Dr. Christine Huth-Hildebrandt ile Gezi hengamesi sırasında tanıştım. Benim gibi Sol çevrelerden gelmiş aktif biriydi ve ortak bir çok noktamız vardı. Solun Almanya’daki büyüklerine ve gösterilerine aşinaydık, hatta Frankturt’ta birbirimizden habersiz bir kaç bina ara ile aynı sokakta oturmuştuk. Christine, entelektüellere has sahici alçak gönüllülüğü, sınır tanımayan dolu dolu fikriyatı, çok yönlü kültürü, Çin’den Amerika’ya dünyayı iyi tanıması, şimdi de Ortadoğu’da yaşadığından oraları yakından izlemesi, hiçbir klişeye sığmaması, yeni olana şaşırmak özelliğini köreltmemiş olması ve öğrenmek konusundaki çocuksu naifliğini kaybetmemiş olmasıyla, sıradan “öğretim görevlileri”nden oldukça farklı bir entelektüel. Benim bazen aşırı hızlanan konuşmalarımı, “Moment moment moment! (bi dakka bi dakka!)” diye balla kesmesiyle ünlüdür. Blogda “Ladys first” itirazıma bakmadan, benim hakkımda yazdıklarını ilk sıraya, kendisi hakkında yazdıklarını ikinci sıraya koydu. Fikir ayrılıklarımıza rağmen sarsılmaz dostluğumuzu sürdürüyoruz. Onunla tartışmalarımızı yeniden sürdürmek güzel olacak. Daha önceki sayısız tartışmamızı üşenip bloga koymadık, biz zaten böyle konularda pek “medyatik” değiliz. Ben kendim için yazıyorum, o da üniversite için araştırıyor, konuşuyor, -ama bundan sonra neler konuştuğumuzdan/yazdığımızdan sizlerin de haberdar olmasını istiyoruz… 

SSC

Bir meslek olarak "Merak"

 


Size, benim de katkıda bulunacağım Pergamon - transkulturell bloguna sevgili Christine Huth-Hildebrandt'ın yazdığı 'Giriş'in Türkçesini sunuyorum:

Burada, farklı ülkelerden iki araştırmacı, çeşitli konuları kültürlerarası bir perspektiften ele alıyor. Hiçbir kalıba sığmıyoruz. Düşüncelerimiz de katı değil. Metinleri kendimiz yazıyoruz. Ya da konuları birbirimize atıyor ve kimin ne bulacağına bakıyoruz. Ortak noktamız, günümüzden yola çıkmamız, geçmişe bakmamız ve gelecekten ne beklediğimizi düşünmemiz. Kültürler ötesi, blogun da adında görüldüğü üzere (Transkulturell), ulusal sınırların ötesinde anlamına geliyor, ancak başlangıç noktamız hala 'ulusal sınırlar dahilinde', çünkü Türkiye'de ve 2017'den beri Ürdün'de bulunuyoruz. Oradan konularımızı bir göle atıyoruz ve onların suda hangi daireleri ortaya çıkarttıklarını gözlemliyoruz, daha sonra onları nasıl yorumlayabileceğimizi birlikte düşünüyoruz.

Türkler laikliği, anca doğululaşınca mı terkeder? (19)


Sekülerleşme, aklın ve eleştirel düşüncenin önem kazanmasıyla ortaya çıktı ve insan neslinin düşünme melekesinin artmasıyla ilgili bir durumdu, o da kitap basımının icadıyla ilgilidir. Kitap basımı önce Çin’de, yüzyıllar sonra da Gutenberg ile Avrupa’da başladı. Martin Luther’in İncil’i Almanca’ya çevirmesi, eskiden sadece Latince ezbere okunan kutsal kitapların içeriğinin halk tarafından anlaşılması (Reform Hareketi) ve herkes tarafından okunabilmesi sonucu Kilise, çağının entelektüalizm monopolünü kaybetti. Sekülerleşme ve laiklik, bunun ardından gelişti. Gerçeğin temel kaynağı din sayılırken, bilim, gerçeğin asıl kaynağı haline geldi. Bu aşamada sekülerleşme, önce Katolik-Protestan ayrımı ile İngiltere’de yerleşti. Fransız İhtilali, ‘Laisite’ (Laiklik) ile bunu kurumsallaştırdı ve dini devlet işlerinden tamamen ayırdı. Türkiye Cumhuriyeti, bu konuda Fransa’nın yolunu izlemiştir.

Napolyon, Kiliseye/Vatikan’a bağlı tüm kilise varlıklarını devletleştirdi, yani Türkiye’deki ifadesiyle “Tekke ve zaviyeleri yasakladı”, bütün manastırları kapattı. Bu olay, zaman içinde -20’inci Yüzyılda- hızlı (sosyalist) veya yavaş (liberal) şekillerde tüm Dünyada yaşandı. Napolyon, el koyduğu kilise varlıklarını satarak, savaşlarını finanse etmiştir. Bu konuda ilginç bir şey daha yaptı. Devletin içinde ve çeşitli kademelerindeki din adamlarını, yani Vatikan’a bağlı din adamlarının hepsini kovup, yerine “Devletin memuru din görevlileri”ni koydu. Atatürk’ün başlattığı modernleşmenin yanı sıra ‘Laiklik’, bu anlamda Napolyon devri Fransa’sından başlayan laikleşmeye benzer. Yani din adamlarını, devletin belirlediği maaşlı memurlar haline getirmiş, Diyanet’i kurmuştur (tabii bunun daha sonraki istismarı ayrı konudur).

18’inci yüzyıldan itibaren modernleşmenin sekülerleşmeyi/laikleşmeyi de içerdiği vektörünü Sol, genellikle “İlericilik-gericilik” kavramlarıyla değerlendirmiştir. Buna göre, “ilerlemiş” ülkeler ve “geri kalmış” ülkeler vardı. Tabii bu değerlendirme, geçerliliğini artık yitirdi. Modernleşme tarihi, aynı zamanda kapitalizmin de tarihi olduğundan, bu ikisini değerlendirirken daha dikkatli olmak gerekiyor, -ama bu, rasyonel/eleştirel düşüncenin sorgulanması anlamına falan gelmiyor elbette.

İnternet çağında herşey, “eşzamanlı” yaşanıyor. Eskiden, bir “yenilik” ortaya çıkınca, onun duyulması, anlaşılması, örnek alınması, belli bir zaman aralığında yaşanıyor, bu nedenle “ileri-geri” konuşuluyordu ve “ileri” olanlar tabii ki sekülerleşmeye ilk önce başlamış -sömürge olmamış eski emperyalist- modern ülkelerdi, -Çin değildi mesela.

Seküler bir geleneğe sahip olduğu halde, bu geleneği modernizm/modernleşme konteksinde tarif etmemiş ülkelerde “ilerleme”, ‘Batılı anlamda’ sekülerleşme ile başladı.

Doğulu anlamda sekülerleşmenin en has örneklerini, başta Çin olmak üzere, Japonya ve Kore’de de görüyoruz. Çin ve ondan etkilenen kültürlerde dinin devlete yön vermesi söz konusu değildi. Kongzi öğretisi, bir toplumsal düzen ve ahlak öğretisidir. İnsanın doğal olarak ‘iyi’ olduğu varsayımından harket eder. İnsanın ne kadar “etik” yaşadığı, topluma ve evrensel düzene (Yin-Yang) sağladığı uyumun derecesiyle alakalıdır.

Geleneksel Türk/Japon sekülerizmi askerîdir. Türkler gibi bir Ural-Altay dili konuşan Japonlar, Çin kültüründen etkilendikleri için, Daoizmin en iyi ifadesi Zen öğretisi üzerinden, din yerine bilgeliği seçmişlerdir ve asker olduklarından, rasyonel/eleştirel düşünceye açıklardır, tıpkı Türkler’de de olduğu gibi. Asya’da, özellikle de Japonya’da yeniden ortaya çıkan ve yayılan eski göçebe (Türk) dini ‘Tängricilik’, din adamının (Kam) siyasetle devletle işinin olmadığı politeist bir inançtır (tabii ki bir ‘Köke Möngke Tängri” de vardır) ve bu anlamda diğer Asya tipi sekülerizmlere uygundur. Türklerin modern halini Fransa’dan aldıkları laiklik, tarihî geçmişlerine uygun olduğundan bu kadar sağlam benimsenmiştir, “Araplaştırma girişimleri”ne rahatlıkla direnmiştir, zira Türklerin meşrebi sekülerdir. Hem asker olup hem rasyonel/akılcı düşünceye kapalı olmak zaten mümkün değildir. Türklerin, tıpkı Dao/Zen gibi tüm dinlere açık ve toleranslı olmakla birlikte, onları ‘karar mekanizmalarından uzak tutmak’ geleneklerini tüm göçebe/asker toplumlarında görüyoruz. Kam, bilemedin danışmandır, o kadar. Kam, kurumsal bir rol oynamaz, bilge bir bireydir sadece.

Kapitalist sistemin bozulduğu, Batı merkezli bir yapı olma özelliğini giderek yitirdiği ve herşeyin giderek -geleneksel Batı üzerinden değil- daha yerel ve evrensel normlar üzerinden okunmaya başlandığı günümüzde, Batı’nın etkisi azalıyor diye Laikliğin etkisinin de azaldığı falan yok. Tam tersine; kapitalist sistem bozuldukça ve aşılması için kafa yoruldukça, kadim seküler/laik anlayışlar yeniden hatırlanıyor ve böylece Laiklik, dinbazların anlayamadığı/anlayamayacağı yeni boyutlar kazanıyor, zira temelinde kadim akıl ve rasyonel düşünce var.

Türklerin Batı/Roma kültür coğrafyasıyla yakınlığı nasıl halk olarak Laik kalmasını sağlıyorsa, diğer Asyalı halklarla yakınlığı da Kam öğretisi ve Tängricilik üzerinden Laik olmasını sağlıyor. Yani Türkler daha Doğulu bir halk da olsalar doğaları gereği gene Laik kalacaklar. Yani bazı saflarının sandığı gibi “Batı zayıflayınca, din yükselecek” falan değildir, ancak Doğu tipi laiklik yükselir. Monoteizmin sergilediği inanılmaz bağnazlığın, ilkelliğin ve barbarlığın ilerletilmiş sonuncu versiyonunu Suriye/Irak’ta IŞİD özelinde gördü. O barbarlık da yaşandıktan sonra, modernleşmenin ruhsuzlaştıran özelliğine monoteizm ile çare aramak, terkedildi. Dincilik topyekün iflas etti ve hükmen bitti. Şimdi sadece uzatmaları oynayan endemik türleri yaşıyor, onlar da 21’inci Yüzyıl ortasından önce bitecektir.