Sayfalar

Laikliğin dincilikten daha uzun ömürlü olması üzerine (16)


Eskisi kadar özgüvenli olmasa da bazıları, toplum mühendisliğiyle “dindar bir nesil” yetiştirilebileceğine, bunun sadece bir zaman ve devlete hakimiyet meselesi olduğuna hâlâ inanıyor.

   Sekülerleşme, aklın ve eleştirel düşüncenin öneminin artmasıyla ortaya çıktı, sadece Batı’ya has bir şey değil. İnsan neslinin düşünme melekesi güçlendikçe, kendi aklıyla düşünme cesareti de arttı. Kitap basımının icadı, bu gelişmeye çarpan etkisi yaptı. Kitap basmak, önce Çin’de icad edildi, yüzyıllar sonra da Gutenberg ile Avrupa’da ortaya çıktı. 

   Martin Luther’in İncil’i Almanca’ya çevirmesi, eskiden sadece Latince ezbere okunan kutsal kitapların içeriğinin halk tarafından anlaşılmaya başlanması (Reform Hareketi) sonucunda Kilise, çağının entelektüalizm monopolünü kaybetti.

   Sekülerleşme ve laiklik, bunun ardından yaşandı. Gerçeğin temel kaynağı din sayılırken, bilim, gerçeğin asıl kaynağı haline geldi. İşte bu aşamada, sekülerleşme, önce Katolik-Protestan ayrımı ile İngiltere’de başladı. Fransız İhtilali, ‘Laisite’ (Laiklik) ile bunu kurumsallaştırdı. Türkiye, sekülerleşme konusunda Fransa’nın yolunu izlemiştir. Napolyon, Kiliseye/Vatikan’a bağlı tüm kilise varlıklarını devletleştirdi, bütün manastırları kapattı, hatta el koyduğu kilise varlıklarını satarak, savaşlarını finanse etti. Türkiye’deki ifadesiyle “Tekke ve zaviyeleri yasakladı”. Sekülerleşme, zaman içinde -20’inci Yüzyılda- sosyalist ülkelerde dini yapılara karşı zor da kullanarak hızlı ve çok etkili bir gelişme kaydederken, liberal ülkelerde yavaş ama sonuç alıcıydı. Sekülerleşme az veya çok tüm Dünyada yaşandı. 

   Napolyon, sözkonusu gelişmeyi kurumsallaştırmak adına ilginç bir şey yaptı. Devletin içinde ve çeşitli kademelerindeki din adamlarını, yani Vatikan’a bağlı din adamlarının hepsini kovup, yerine “Devletin memuru din görevlileri”ni koydu. Atatürk’ün başlattığı modernleşmenin yanı sıra ‘Laiklik’, bu anlamda Napolyon devri Fransa’sından başlayan laikleşmeye benzer. Yani din adamlarını, devletin belirlediği maaşlı memurlar haline getirmiş ve Diyanet’i kurmuştur (tabii bunun daha sonraki istismarı ayrı konudur) ama asla sosyalist ülkelerdeki gibi sert olmamıştır.

   18’inci yüzyıldan itibaren modernleşmenin sekülerleşmeyi/laikleşmeyi de içeren vektörünü Sol, genellikle “İlericilik-gericilik” kavramlarıyla değerlendirir. Buna göre, “ilerlemiş” ülkeler ve “geri kalmış” ülkeler vardı. Bu değerlendirme türü, internet çağında geçerliliğini yitirdi. İnternet çağında herşey, “eşzamanlı” yaşanıyor. Modernleşme tarihi, aynı zamanda kapitalizmin de tarihi olduğundan, kapitalizmi ve modernleşmeyi değerlendirirken daha dikkatli olmak gerekiyor, ama bu da, rasyonel/eleştirel düşüncenin -yani aklın- sorgulanması anlamına gelmiyor elbette.

   Eskiden, bir “yenilik” ortaya çıkınca, onun duyulması, anlaşılması, örnek alınması için, belli bir zaman aralığının yaşanması gerekiyor, “ileri-geri” konuşuluyordu ve “ileri” sayılanlar tabii ki modernleşmeye ve sekülerleşmeye ilk önce başlamış -sömürge olmayan- modern ülkelerdi, sömürge haline getirilip işgal edilen Çin değildi mesela.

   Seküler bir geleneğe sahip olduğu halde, bu geleneği modernizm/modernleşme konteksinde tarif etmemiş ülkelerde “ilerleme”, ‘Batılı anlamda’ sekülerleşme ile başladı. Doğulu anlamda sekülerleşmenin en has örneklerini, başta Çin olmak üzere, Japonya ve Kore’de görüyoruz. Çin ve ondan etkilenen kültürlerde dinin devlete yön vermesi söz konusu değildi. Kongzi’nin binlerce yıl boyunca etkisini sürdüren öğretisi, bir toplumsal düzen ve ahlak öğretisidir. İnsanın ahlaklı olmasıyla, topluma ve evrensel düzene (Yin-Yang) uygunluğuyla alakalıdır. Geleneksel Türk/Japon sekülerizmi ise askerî bir özellik taşır. Türkler gibi bir Ural-Altay dili konuşan Japonlar, Çin kültüründen etkilendikleri için, Daoizmin en iyi ifadesi Zen öğretisi üzerinden, din yerine bilgeliği seçmişlerdir ve asker olduklarından, rasyonel/eleştirel düşünceye daha açıklardır, bu nedenle hızlı modernleşmişlerdir, tıpkı Türkler gibi. Türkler İran üzerinden aldıkları İslam ile bilgelikten ziyade kuralcı bir dine yaklaştıklarından, modernleşmeleri kesintilere uğramıştır, ama bu seküler özlerini değiştirmemiştir.

   Asya’da, özellikle de Japonya’da yeniden ortaya çıkan ve hızla yayılan eski göçebe (Türk) dini ‘Tängricilik’, din adamının (Kam) siyasetle devletle işinin olmadığı politeist bir inançtır (tabii bir ‘Köke Möngke Tängri” vardır) ve bu anlamda diğer Asya sekülerizmleriyle uyumludur. Türklerin Fransa’dan aldıkları laiklik, tarihî geçmişlerine uygun olduğundan bu kadar sağlam bir şekilde benimsenmiştir, bu nedenle “Araplaştırma girişimleri”ne rahatlıkla direnmiştir, zira seküler meşreplidir. Hem asker olup hem rasyonel/akılcı düşünceye kapalı olmak mümkün değildir. Tıpkı Dao/Zen öğretilerini benimseyen Asyalılar gibi Türklerin de, tüm dinlere açık/toleranslı olmakla birlikte, onları ‘karar mekanizmalarından uzak tutmak’ geleneklerini tüm göçebe/asker toplumlarında görüyoruz. Kam, bilemedin danışmandır, o kadar. Kam, devlet/ülke yönetiminde kurumsal bir rol oynamaz, bilge bir bireydir…

   Kapitalist sistemin bozulduğu, Batı merkezli bir yapı olma özelliğini giderek yitirdiği ve herşeyin giderek -geleneksel Batı üzerinden değil- daha yerel ve evrensel normlar üzerinden okunmaya başlandığı günümüzde, Batı’nın etkisi azalıyor diye Laikliğin azaldığı falan yoktur. Laikliği/Sekülerliği sadece Batıya has bir şey sayan dincilerin ölümcül yanılgısı buradadır. Sanılanın tersine; kapitalist sistem bozuldukça ve aşılması için kafa yoruldukça, kadim seküler/laik anlayışlar yeniden hatırlanıyor ve böylece Laiklik, dinbazların anlayamadığı/anlayamayacağı yeni boyutlar kazanıyor, zira temelinde akıl ve rasyonel düşünce var. Rasyonel düşünceyi eski Çin ve Hint yazıtlarında, eski Asya ekollerinde de görebilirsiniz, ama bunlar tarih içinde pek popüler olamamışlardır, bu nedenle kurumsal Batı sekülerizmi/laikliği “tek” sanılmıştır.

   Türklerin Batı/Roma kültür coğrafyasıyla yakınlığı nasıl halk olarak laik kalmalarını sağlıyorsa, diğer Asyalı halklarla yakınlığı da Kam öğretisi ve Tängricilik üzerinden laik olmasını sağlıyor. Yani farz-ı mahal, Batı önemini iyice yitirse ve Türkler çok daha Doğulu bir halk da olsalar, doğaları gereği Laik kalacaklar. Monoteist dinlerin etkisini yitirmesi, internet çağında herşeyin eşzamanlı yaşanır olmasıyla ilgilidir. Yani bazı saflarının sandığı gibi “Batı zayıflayıp, din yükselecek” falan değildir. Bundan sonra Batı tipi olmazsa Doğu tipi laiklik yükselir. Doğu tipi laikliğin, dinciliğe karşı çok daha sert olduğunu da hatırlatalım. İnsanlar, monoteizmin sergilediği inanılmaz ilkelliğin ve barbarlığın ilerletilmiş sonuncu versiyonunu Suriye/Irak’ta IŞİD özelinde gördükten sonra, modernleşmenin ruhsuzlaştıran özelliğine monoteizm ile çare aramayı terkettiler. Dincilik topyekün iflas etti ve bitti.