Sayfalar

“Hikaye mühendisliği” atölyesi…

Atelier VIII







 Sahnelerin Yıldızı

 

 

“Tiyatro savaş gibi bir sanat ve rulet gibi bir kumardır,

nasıl sonuçlanacağını asla önceden bilemezsiniz.”

                                            Karel Čapek

 

 

1.

Seyircilerin kardaki izleri, Cosmopolitan tiyatrosunun girişinde sabaha kadar kalmaz, atıştıran kara rağmen hava çok da soğuk sayılmazdı. İkinci Dünya Savaşı’nın tam ortasında eksi otuz dereceleri görenler, Orta Avrupa’ya güneyin yumuşak ikliminin daha sık uğradığını söylüyorlardı. Sovyet esaretinden yeni dönen vestiyerin odaklandığı günlük gazete bulmacası umduğundan daha zor, tiyatronun iyi bir Jugendstil taş işçiliği örneği sayılan yüksek giriş kapısı ardına kadar açık, yanına sonradan monte edilmiş bilet kulübesinin küçük penceresi sıkı sıkıya kapalıydı. Kulübede çile dolduran sarışın gişe memuresi, elbise düğmeleriyle aynı boyutlardaki küçük kol saatine bakıp duruyordu. Sarı abajur ışıklarıyla aydınlatılan üst kat fuayesine iliştirilmiş barın kısa boylu tıknaz barmeni de, mesleğinde zirveye yeni ulaşmış tiyatro eleştirmeni Anton Bergmann’ın kırmızı şarabını bitirip locadaki yerini almasını beklerken loca katındaki ayaklı saatin sarkacı, zamanı biteviyeleştirip anlamsızlaştıran bir makinanın mekanik düzeneği gibi monoton tiktaklarla salınıyor, üst kat fuayesinde yüksek yoğunluklu derin bir yalnızlık üretiyordu.

   Bergmann, kadehinden bir yudum daha aldı. İnsanı yumuşak bir hoşnutlukla sarıp sarmalamakta, sek şarabın üzerine yoktur. Cosmopolitan’ın loca katındaki barın tek müşterisiydi. Oturduğu kanepede bacaklarını iyice uzatarak kocaman iki tavşan kulağı gibi diktiği ayaklarına baktı. Sabah itinayla boyadığı ayakkabılarından sağ tekinin ucunda bir koyuluk gördü, seksenine merdiven dayamış belalısı duayen eleştirmen Klaus Davidoviç’in sol şakağındaki yaşlılık lekesine benziyordu.

   İkiyüz yıl önce Fransa’dan İsviçre’ye göçenlerin getirdiği rafine mekanik bilgisi olmasaydı,  onlardan biri olan büyük dedesi, Bergmann&Sohn adıyla tanınan saat markasını yaratamaz, babası Julius Bergmann da oğlunu Zürich’deki en iyi okullarda okutamazdı. Yetenekli Anton, daha lisedeyken okul gazetesinde yazılar yazıyor, babası ve dedeleri gibi saatçi olmayı da düşünmüyordu. Ailenin saat markası iyi ki İsviçre’nin en tanınmış markalarından değildi. Yoksa aile geleneğini ve toplumsal beklentileri çiğneyerek saatçilik dışında başka bir mesleğe, hem de tiyatro eleştirmenliği gibi önemsi sayılan bir işe bu kadar kolay soyunamazdı. Gözünde saatçi oküleri, kıl inceliğindeki saat zembereklerini dikkatle saat gövdelerinin içine yerleştiren, nokta kadar vidaları sıkarak yaşayan biri olmak, şanına şerefine parasına puluna rağmen Anton’a göre değildi.

   Julius Bergmann gibi geleneklerine düşkün Avrupalı kapitalistler, eski feodal adetlerden bir tür modern kudsiyet devşirmeyi severler. Saat firmasının Cenevre’deki ikiyüz yıllık merkez binası bu özentiyi yansıtır. İktidar nişanesi patron koltuğunun mekanı, bir müze salonunu andırır, Fransız saraylarından esinlenilmiş abartılı süslemeler ve eski karanlık pahalı yağlıboya tablolarla doludur. Yönetim katının duvarları, her an ateş alabilecek alev rengi atlasla kaplıdır ve Anton için çocukluğundan beri sevemediği küsüratlı kuru sayıların, soğuk mekaniğin mekanıdır. Kızıl kahverengi dalgalı saçlarıyla şef ofisine yakışacağı düşünülen Anton Bergmann’ın, kendi kaderine razı olup firma yönetimini babasından devralmak yerine, tahttan feragat ederek ihtiyar Julius’u hayal kırıklığına uğratması, Bergmann ailesinin bir numaralı gündemi. İnatçı Julius, oğlunu er geç ikna edebileceği düşüncesiyle yaşıyor, inadı onu diri tutuyor, her makul insan gibi oğlunun da aklın yolunu seçerek babasıyla inat yarıştırmayacağını umuyor.

   Yazılmayan feodal kurallara göre taht, babadan oğula geçer, babadan damata değil. Yaşlandıkça kıvrılıp kısalan, kısaldıkça aksileşen Julius Bergmann, oğlunu ikna edemezse koltuğunu damadına bırakmak zorunda kalacak ve bunu düşünmek bile istemiyor. Münih’de ekonomi tahsili yapmış sarışın damat Paul, Julius’un küçük kızı Anette’nin kocası. Kapı gibi cüssesi ve boğa gibi kalın ensesiyle, yöneticiliğe Anton’dan hem daha yatkın hem daha yetkin. Sümüklü böcekler dağı anlamına gelen “Schneckenberg” gibi absürd bir soyadına sahip olmasa, yaşlı Julius bu kadar dertlenmezdi. İki metal fabrikasına sahip ünlü bir mühendisin oğlu gururlu Paul Schneckenberg’e, kendi soyadını bırakıp karısının soyadı Bergmann’ı almasını ima etmek dahi mümkün değil. Julius, Ortaçağın tarihe karışmasından yüzlerce yıl sonra arayıp bulduğu Bavyeralı bir Heraldik uzmanına aile arması siparişi verirken, çift kalkan üzerine işlenmiş, iki aileyi birlikte temsil edecek yeni bir aileler arması alternatifini de düşünmedi değil. Sonra, sümüklüböceksiz bir Bergmann armasında karar kıldı. Dakikliğe atıfta bulunmayı amaçlayan armanın üzerinde, Roma rakamlarıyla süslenmiş bir saat kadranı bulunuyor. İstisnaları saymazsak ortaçağdan bu yana, üzerinde saat değil kum saati bulunan arma yapmak bile kimsenin aklına gelmemişken, Julius’un çaresizlik nişanesi anlamına gelebilecek Roma rakamlı yarım saat kadranı, içine düştüğü durumun ifadesi mealinde, onikiye beş kalayı gösteriyor.

   Ailenin tek oğlundan beklenen, tahtı bir an evvel babasından devralıp, alev renkli atlas kata yerleşmesidir elbette. Julius’un gözünde meslek bile sayılamayacak kıytırık eleştirmenlik işi ile, feodal geleneklere sahip prestijli Bergmann&Sohn firmasının bir numaralı kişisi olmak kıyas kabul etmez. Lafta, eleştirmenlik de yabana atılacak bir iş değildir tabii. İnsan hobi mahiyetinde, eleştirmenlik yapmaya pekala devam edebilir. Anton Bergmann babasıyla aynı fikide değil. Boş zaman uğraşısı niyetine yandan çarklı eleştirmenlik yapmayı içine sindiremeyen yazarın gözü, ona layık görülen onca övgüden sonra, kargadan iri uğursuz kuş türlerinin uçarken gölgelerini düşüremeyecekleri kadar yüksek zirvelerde. İnsanoğlu ve insankızının Tanrı’dan devraldığı en has özelliği yaratıcılık ise, yaratıcılığın en soylu ifadesi de sanattır ve en soylu sanat türü tiyatrodur. Kutsal sanat eyleminin hem de tiyatro ile ilgili kısmında söz sahibi olmak, Anton Bergmann için büyük bir ruhsal tatmin anlamına geliyor. Mesleğinde ulaştığı zirvede kalabilmek için ne gerekirse yapmaya, ilke ve sınır tanımamaya kararlı. Tiyatro seyircilerini ve yaratıcılarını etkileyip yönlendirebilen yazılarıyla, sadece Rosenwertheim’ın yerel gazetelerinde değil, ülkenin en büyük saygın gazetelerinden Münchener Rundschau’da da altı aydır boy gösteriyor. Kültür alanında daima referans alınan gazetenin sahibi, Bergmann’ın yenilikçi modern eleştirilerinin müdavimi olunca, genç eleştirmen safra atarak hafifledi ve “sanat dünyasının ufuklarında içi boş bir sıcak hava balonu gibi yükseldi”. Bu sözler, tiyatro eleştirmenlerinin ünlü duayeni, birzamanlar Troçkist olduğu söylenen Klaus Davidoviç’e ait. Bergmann’ın eleştirilerini diline dolamasının bir nedeni de, tesadüfen komşu kasabalarda oturmaları ve ülkenin en dikkat çeken eleştirmenleri sayılmaları. Sivri köşeli keskin dilli yazılarıyla, eski devrimciliğini terkedip hayatını ilkeli yazarlığı ve sanat anlayışını savunmaya adayan Davidoviç, Bergmann’ı fena halde kızdıran yazılarının ikincisinde, genç eleştirmeni bu sözlerle tiye almıştı.

    Bergmann ülkenin sanat camiasında iyi tanınıyor, kendisine saygı duyuluyor, bu sayede İsviçreli ailesinin duygu sömürüsüne ve olağan tacizlerine eskisi kadar aldırmıyordu, ta ki Davidoviç gibi usta bir eleştirmenin onun canını yazılarıyla nasıl yakabileceğini gösterinceye kadar. Zirvelerin yalnızlığında tehlike daha ürkütücüdür. Yükseldikçe, rahatsızlık verenlerin niteliği de değişir. Davidoviç’in sözleri, ona her yerde her zaman erişiyor. Duayen eleştirmenin sesi hep kulaklarında. Susturmakta zorlanıyor. Dev bir eleştirmenle aynı seviyeyi yakalamanın verdiği özgüven, onu rahat bırakmayan akraba zehirlenmesine karşı bir tür panzehirdi. Davidoviç’in susmak bilmeyen hayali, Bergmann’ın özgüvenini zayıflatıyor. Mesleğine yüksek bağlılık derecesi, aile aristokrasisinden bağımsızlığını ilan edebilecek maddi ve manevi güce nihayet ulaşmış olmasıyla alakalı olabilir mi? İnsanın severek yaptığı işten para kazanması, ekonomik bağımsızlığını kazanması, kendini iyi hissetmesine yetip de artmaktadır belki de. Her işe kolay tarafından yaklaşmak gerektiğini söyleyen Julius’un günlük yumurta kadar pürüzsüz, para ve aile itibarına odaklı basit bilgeliği, belki tam da bu konuda iyi işliyordur.

   En iyi eleştirmen ödülüne kırk yaşına basmadan sahip olmak, Anton Bergmann için, Bergmann&Sohn firmasının kralı birinci Julius’un gölge edemeyeceği güneşli yüksek zirvelerden ilkini temsil eder. Kırkıncı yaş gününü, yeni moda bir partiyle kutlamasının asıl nedeni de elde ettiği bu başarıydı. Şehrin lüks semti Bornheim’da oturan eleştirmenin olağan harcamaları kazancının bir hayli üzerinde seyrederken, oğluna severek maddi destek sağlayan ak saçlı otoriter Julius’un çelik mengene kararlılığındaki ısrarı şimdilik pek işe yarayacak gibi görünmüyor, zira oğlu Anton, ulusal tiyatro eleştirmenleri derneğinin başkanı seçilip ülkenin en büyük gazetesinde tiyatro eleştirileri yazmaya başladığından beri babasının maddi desteğine ihtiyaç duymuyor. Julius, oğlundan saatçi de patron da olmayacağını henüz kabullenmedi. Oğlunun, çocukluğundan kalma alev kırmızısı saatçi kabuslarından kurtulduğunu, yeni kabusunun Klaus Davidoviç diye biri olduğunu bilmiyor.

   “Hayatın bir anlamı olmadığı gibi, bir mantığı da yoktur, üstelik son ifadesi de hiçliktir. Tibetli budistler ritüellerinde, hiçliği sembolize etmek için Dorje adlı şekli şemali belirlenmiş, kapalı kartal pençelerini andıran kilolarca ağır, metal bir nesne kullanırlar. Akıllı ve yetenekli olmak iddiasındaki amatör insanlar için varolmamayı bir nesneyle ifade etmek, mantıken çelişkili sayılsa da, insanın özüne daha yatkındır. Hayatta mantık aramak, yeryüzünün en kibirli yaratığı insana mahsus yanılgıların başında gelir. Mantıklı uyumsuzluklardan kurtulup gerçek hayata entegre olmanın yolu ise sanattan geçer. Bu nedenle sanatın her türü, sosyal hayatın estetiğini kalitesini şekillendiriken, insanın karakterine de yeni boyutlar ekler, onu derinleştirir. Sanat, elbette küçük bir azınlığın uğraş alanıdır. Buna rağmen sanatçılar insan neslinin özünü teşkil ederler. Sanatçı ruh, her türlü uygarlığın, dinin ve inancın da kaynağıdır. Her hangi bir Tanrı’ya inanmadan, dua ve ibadet etmeden, hatta sevap işlemek zorunda bile kalmadan, Tanrı’ya en yakın durabilenler, sanatçılardır. Bu gerçeği bildiği halde, sanat üretemeyen ve sanatın yüksek haletiruhiyesine ulaşamayıp sanat hakkında bol keseden atıp tutanlara da eleştirmen denir.”

   Bergmann yutkundu. Sadece bir kez buluşup başbaşa yemek yediği Davidoviç’in bu sözleri, aklından çıkmıyordu. Tanışma talebi Bergmann’dan gelmişti. Hayranlık duyduğu ve gizliden gizliye örnek aldığı bu büyük adamla hani şu av etiyle hazırlanmış yemekler sunan şehir dışındaki Gasthaus’lardan birinde buluşmuştu. Davidoviç, umduğundan daha ufak tefek, fotoraflarında göründüğünden daha yaşlı ve daha şişmandı. Yazarların, yazılarından bilinen kamusal yanlarının dışında bir de yakınlarına gösterdikleri yanları vardır. İşte o yan, kamu tarafından bilinenden çok daha farklıdır ve genellikle pek de mükemmel sayılamayacak hatlara sahiptir. Bir yazar, elbette yazdıklarıyla değerlendirilmelidir, dost sohbetlerinde söyledikleriyle veya oturma odasında kendi kendine söylendikleriyle değil. Ama konu edilen yazarı tanıyanların böyle kurallara uymakta daima zorlandıkları, sır değildir. Hayatı, yazdıklarından ve yazmak istediklerinden ibaret olan Bergmann’ın kendince su duruluğundaki iç dünyasını alalade “kuşku” markalı tek bir mürekkep damlasıyla bulandırmayı başaran telifsiz sözler, artık Julius Bergmann’a değil, Klaus Davidoviç’e ait.

   Duayen eleştirmenin insaf tanımayan sanatçı-eleştirmen ayrımı, Bergmann’ı can evinden vurmuştu. Genç eleştirmenin çekmecesinde de, bir türlü tamamlayamadığı, aylar ve yıllardır tek satır eklemediği yarım tiyatro oyunları bulunmaktaydı. Aklının bir köşesinde bir hayli tozlandığı halde, kendini içten içe sanatçı saymak ona iyi geliyor, kendini daha değerli hissettiriyordu. Yemekten sonra vakit geçirmeden hemen evine gitti, söylenerek yarım saat boyunca yazdığı oyun taslaklarını aradı. Taslaklar, aklında kaldığı yerde ve şekilde değillerdi. Bulduklarını okudu, beğenmedi. Kim bilir kaçıncı kez, yeniden yazmayı düşündü.

   Buluşmadan sonraki haftalarda Davidoviç’ten korkusu, ona karşı yavaş yavaş gelişen derin bir kin ve nefrete, derken gerekçesini yeni ve modern zamana uygun fikirleri üzerinden yeniden kurguladığı acımasız bir yazar tavrına dönüştü.

   Yakın dostlar arasında saçmalamak hoşgörülebilir. Bergmann’ın babası yaşındaki Davidoviç’le tek taraflı hayranlık ilişkisi dışında herhangi bir yakınlığı bulunmuyordu ve o yakınlığı da tabaklardaki soslu geyik eti ile birlikte küçük tatsız lokmalar halinde birbuçuk saat içinde tükenmişti. Daha sonraki haftalarda, adamın yazdığı her yazı Bergmann’a dokundu. Davidoviç’in yazıları gene güzeldi, hatta her biri kesilip saklanabilecek türden şeylerdi, ama Bergmann’ın kıskançlığı, öfkesinin cesaretlendirici etkisi, o güzel yazıları, yaşlı eleştirmene yönelteceği eleştirilerde kullanılacak malzemeye indirgedi. Genç eleştirmen, tiyatroseverlerin zevkle okuduğu Davidoviç yazılarını, kurumuş yaprak kolleksiyonu yapan okul çocuklarının zoraki titizliğiyle, kaba kartondan mavi bir dosyanın içine istifliyordu. Amacına hizmet eden ve işine yarayan her yazıyı da dosyadan alıp itinayla buruşturuyor, keyifle kağıt sepetine atıyordu.

   Davidoviç, beyaz örtülü yemek masasının öbür tarafından, zamanın ve mekanın ötesinden sorgulayan gözlerle dimdik Bergmann’a bakıyor, genç eleştirmen de kendine sessiz sözsüz “Ya Davidoviç haklıysa?” sorusunu soruyordu. Anton Bergmann’ın hayalindeki yaşlı eleştirmen, genç meslektaşına ağzına geleni söylüyordu.


                                                                        ***  

 

   “Bir bardak şarap daha alacak mısınız?”

   Kısa boylu barmen, sorusuna mutlaka yanıt almak isteyenlerin cüretiyle sesinin tonunu alışılandan yüksek tutmuş, elindeki boş limonata bardağını beyaz mutfak beziyle parlatmayı da bırakmıştı. Bergmann, bar doluyken sesi soluğu çıkmayan düğme burunlu tıknaz barmenin tavrını kabalık olarak yorumlamak yerine, “Hayır teşekkür ederim” demekle yetindi. Bu mekanda sadece bir bardak sek şarap içerdi, asla iki bardak değil.

   Haftalardır sahneye konan oyunu bir kerecik olsun başından itibaren seyredememiş olmasından Bergmann’ı sorumlu tutmayı seçen barmen, daha derin ve detaylı cümlelerini, takma adla yazdığı yeni moda Amerikanvari kısa hikayelere saklıyor, oyunun başlamasına dakikalar kala bara gelip camın kenarındaki kanepeye kurularak şarap sipariş eden ünlü eleştirmene ifrit olduğunu saklamakta zorlanıyordu. Seyirciler sessizce yerlerini alıp sabırla perdenin açılmasını beklerken, Bergmann, barın Cumhuriyet Meydanı’na bakan penceresinin önünde şarabını yudumlayıp hindi gibi düşünüyordu. Fuayede el ayak çekilip oyun başladıktan sonra, tiyatroya alınan gazeteleri haşırdatarak karıştırabilen, bazı sayfaları özenle yırtıp katlayarak ceketinin iç cebine utanmadan koyabilen imtiyazlı biriydi. Diğer gazeteciler gibi not almaz, barmenle zaten konuşmaz, oyun başlayıp yarım saat kırkbeş dakika geçmeden locadaki yerine kaybolmazdı. Aralarda herkes fuayeye doluşup birşeyler içerken, Bergmann locadaki koltuğunda oturur, ayak altında dolaşarak okurlarının görsel tacizlerine ve kendi arasında yapabilecekleri dedikodulara maruz kalmak istemezdi.

   Dedikodu, evrensel bir iletişim türüdür. Oscar Wilde’a kalsa, kötünün iyisidir. Ondan da kötüsü, mesela bir insan hakkında kimsenin tek laf etmemesidir. Dedikodu, geniş tabanlı bir söylentiye dönüşüp itibar katline neden olabilecek bir illettir ve Bergmann’a göre dedikoduya karşı en iyi önlem, ayak altında fazla dolaşmamaktır.

   Sabah sol tarafından kalkıp kendini bir türlü toparlayamayan barmenin, görev alanını terkedemediğinden aksiliği üzerindeydi. Barın yüksek masasının ardında, bardakları parlatarak oyalanıyor, eleştirmenin şarabını bitirip defolmasını bekliyordu. Bergmann her seyirci gibi yerine geçse, barmen de temizlikçilerin yaptığı gibi üst katın gizli depo niyetine kullanılan en dip locasına girecek, oyunu bir kez olsun başından itibaren seyredecekti. Tiyatroda çalışanlar, gala geceleri dışında oyunlarla ilgilenmez, alt kattaki odalarında kahve içerek pinekler, havadan sudan konuşurlardı. Sahneye konan oyun, Avrupa’nın bütün önemli tiyatrolarına uğramış modern bir başyapıt sayıldığından, tiyatro çalışanları daha önceki haftalarda birer ikişer dip locaya misafir olmuş, Cosmopolitan’ın barmeni dışında herkes oyunu başından sonuna kadar seyretmişti.

   Bergmann, barmene bakmaya bile tenezzül etmeden, gözlerini akşamın saat sekiz gongunu çalmaya hazırlanan ayaklı saate çevirdi. Barmen, bardakları kurulayıp parlatmayı hızlandırarak sinirlerini yatıştırmaya çalışırken, zamanı ileri sarıp Bergmann’dan bir an önce kurtulacağını umuyordu. Eleştirmenin yeni edindiği şarap âdeti nedeniyle başından itibaren seyredemediği bu ikinci oyundu. Diğer fanilerden başka bir boyutta yaşadığına inanan Bergmann, içinden sövüp saymakta olan barmene değil, mekandaki ahşap antika saate dikkat kesilmişti. 19’uncu yüzyıldan kalma bir doksan boyundaki sarkaçlı saatin, duayen eleştirmen Davidoviç’ten aşağı kalır yanı yoktu. O da Bergmann’ın dünyasını terketmiyor, Bavyera usulü abartılı süslemeleriyle varolmakta ısrar ediyordu.

   Bergmann, babasının lise mezuniyeti hediyesi, şaşmaz Bergmann&Sohn marka kol saatine baktı. Lanet olası ayaklı saat sahiden de dakikti. Buna rağmen, feodal dönemden kalma bir ahir zaman mobilyasının, 1950’li yıllarda, modern tiyatronun sembolü Cosmopolitan’ın fuayesinde ne aradığı, Bergmann’ın malum sorularından biriydi. Böyle soruların, illet eden mantıklı cevapları da bulunmaktaydı elbette. Ona kalsa, modern Alman dizaynı sade bir duvar saati ile yetinilebilir, eski ayaklı saat de Davidoviç gibi bit pazarına, hatta çöpe gönderilebilirdi.

   “Hayal kuramayan yeteneksiz sanat tutkunlarının, sanat camiasına dahil olabilmek için seçtikleri yegane meslek eleştirmenliktir.” Davidoviç’in sözleri Bergmann’ın kulaklarında yankılandı. Yaşlı eleştirmen, boynuna ağır geldiği anlaşılan koca kafasını yana eğerek, “Daha gençsiniz” demişti, “böyle konuları dert edinmenize gerek yok.” Sözlerinin Bergmann üzerindeki etkisini tartmak için dudaklarını büzerek ona dikkatle baktı. “Hayat, mantıklı bir istikamette ilerlemiyor”. Başı, tarlada yatan tembel karpuzlar gibi sol omuzunun üzerinde hareketsiz kalınca, Bergmann da kımıldamadan adamı dinlediğini farkederek önündeki bardağa saldırdı. Gasthaus’daki uzun bira bardağından bir yudum aldı. “Dünya gene de dönüyor” sözünü Galileo Galilei, Davidoviç gibi tonlayarak söylemiş olabilirdi.

   Yemek yedikleri Gasthaus’un loş atmosferinde, yola bakan salonun tek yuvarlak masası, iki eleştirmenin silüetine ayrılmıştı. Bergmann, yemekten hiç tad alamadı. Bazen hatırlayıp öfke nöbetine kapıldığında kendine, orada laflarla dayak mı yoksa sahiden yemek mi yediği türünden sorular sorduğu da oluyor. Masada sadece geyik eti ve soslu salata vardı. Tesiste genellikle geyik, nadiren yaban domuzu eti sunulurdu. Şehir dışındaki Gasthaus’a giderken, tosbağa cinsinden arkadan motorlu Volkswagen’inin zırlaya zırlaya katettiği oniki kilometre boyunca idolü Davidoviç ile yemek yiyeceğine ne kadar da sevinmiş ve heyecenlanmıştı. Davidoviç ile buluşacağı salona girerken, sırtında o en sevdiği üç düğmeli ceketinin üç düğmesi de ilikliydi. Davidoviç tarafından ruhen zehirleneceği yemeğe kendi isteğiyle, ölümüne susamış acemi çaylaklar gibi koşa koşa icabet etmişti.

   Dışarıda kar, şaşırtıcı bir şekilde yağmura dönüştü. Cumhuriyet Meydanı’nındaki ince kar tabakası erirken, yollar parladı, binaların sarı ışıkları, şehrin görünen kısmını pırıltılı bir masal diyarına çevirdi. Ateş böcekleri gibi gidip gelen BMW Isattalar, Gogomobil arabalar, ehlileşmiş karıncaları andıran koyu renk paltolu fotörlü bir kaç adam ve şemsiyeli bir kadın, Bergmann’ın kadrajına girip, hemen çıktılar.

   Anton Bergmann küçükken ailesinin gururuydu. Bergmann’lar, bu hastalıklı mızmız oğlanı, Zürich’in en iyi okullarına gönderdiler. Ergenlik döneminde fasülye sırığı gibi uzadı. Edebiyat derslerinde yazdığı güzel kompozisyonlar öğretmenlerinin dikkatini çekince, ilk yazıları daha lisedeyken küçük bir Zürich gazetesinde yayımlandı. Yazdığı bir okur mektubu, genç kalemler sayfasında boy gösterdi. Bergmann’ın yazı hayatının başlangıcını bu iki metin teşkil eder.

   Kızılkahverengi gür dalgalı saçlarını Einstein gibi uzatıp sivri dilli eleştiriler yazmaya başlamadan önce, tarih ve sanat tarihi eğitimi aldı, Latince ve eski Yunanca öğrendi. Savaş zamanında Naziler tüm Avrupa’yı ayaklarının altına alıp postallarıyla çiğnerken, Cenevre’de yaşayan ailesinin kanatları altında, postane müdürlüğünde telgraf memurluğuyla iş hayatına atıldı. Böylece kendini, hem askerlik yapmaya karşı direnmiş hissediyor, hem de Stefan Zweig gibi olay yerinden uzak da olsa, savaşa karşı dik durmuş sayıyordu.

   Postanede memurluk yapmak yerine babasının firmasında çalışarak saat gibi düzenli ama ruhsuz tiktaklara göre işleyen biri haline gelseydi, belki zamanından önce atlas kaplı patron ofisine kapılanıp bambaşka biri olacaktı. Pırıltısız mat bir işkolik, babası gibi feodal özentilere sahip eski moda bir kapitalist. Franz Kafka da memurluk yaparken, bir taraftan, boş vakitlerinde yapacağını yapıp yazacağını yazmıştı. Kafka’yı sadece bu özelliği nedeniyle seven Anton Bergmann da öyle yaptı, savaş döneminde zamanın İsviçre gazetelerine konserler ve tiyatro oyunları hakkında eleştiri yazıları gönderdi.

   “Dünya Savaşı sonrasında gazetecilik eğitimi almadığı halde gazeteciliğe terfi edenlerin seçtikleri yollar birbirine benzer. Aynı alandaki olayları yazarak dar alanda yaratıcılıktan uzak yazı hayatını seçenler, veya köşe yazarı olarak fazladan haber kovalamadan genel kültürünü konuşturanlar. Gazetelerde yazmaya başlamışsanız, eninde sonunda kendinize şu soruyu sorarsınız: Yorum alanlarından yorum alanı beğenmek gerekse, seçilecek en iyi, en zararsız, en prestijli alan hangisidir? İşte o zaman, sanatı ve sanat eleştirmenliğini keşfedersiniz.” Davidoviç böyle derdi.

   “Sanat eleştirmenliklerinin arasında en yücesi, tiyatro eleştirmenliğidir. Siyaset soslu denemeler yazıyorsanız ve Montaigne gibi bir dâhi değilseniz, yazılarınız çabuk bayatlar. Sanat hakkında yazdıklarınız, öyle değildir. Sanat yazıları bir günde eskimez.” Davidoviç, alnındaki kırışıklıkları tek tek ortaya çıkaran alaycı bir üslupla sırıtarak, “Mesela tiyatro hakkında yazmak isterseniz, bazı oyunları göklere çıkarıp bazılarını yerin dibine sokarak dikkat çeker, stil sahibi sivri bir dil ile eleştirmenliğinizi ilan edebilirsiniz” diyordu.

   “Bazı eleştirmenlerin en acınası yanı, yazdıklarını sanat sanmaları.” Galiba bunu gerçekten de söylemişti.

   Hocasından ders almaya gelmiş uslu talebelerin sükunetiyle, yaşadığı şoku gizlemeye çalışan Bergmann, karşısındaki ünlü eleştirmenden, “En komik yanın da, sırtından çıkarmadığın, saç renginle bir örnek şu üç düğmeli ceketin” sözünü duymuş muydu yoksa içinde yankılanan tatsız monologlardan biriyle mi karşı karşıyaydı, bilemedi.

   “Hiç haz etmediğin İrlandalılara benzediğinin farkında mısın?” sorusunu duymuş olamazdı, ama hayalini defalarce canlandırdığı akşam yemeğinde, benzeri cümleleri aklından çok geçirmişti. Nitekim Davividoviç’le buluşmasından sonra üç düğmeli ceketini bir daha giymedi, saçlarını da Amerikan usulü kısacık kestirdi. Amerika, geleceğin adıydı. Taklidinden zarar gelmezdi.

   “Bergmann, hokka gibi küçük burnu, iri mavi gözleri ve şarap dışında başka şeyler için açılıp açılmadığı belirsiz küçücük ağzıyla, daima genç kalmaya yeminli katalog tipi bir burjuva veledi."

   Savaştan önce komünistlere yakın durduğu söylenen, hatta Ekim ihtilalinin iki numaralı adamı Leo Troçki ile akraba olduğu iddia edilen Davidoviç, bunları pek âlâ söylemiş olabilirdi. Belki ağzını yaya yaya yakın dostlarına, Bergmann’ı anlatıp kahkahalarla gülmüştü.

   “Bertholt Brecht’inkine benzeyen tel gözlükler takmasına rağmen, ne o çok sevip takdir ettiği sanatçıya, ne de Dünya Savaşı sonrasının popüler herhangi bir sanatçısına benziyor.”

   Davidoviç bunları, çalıştığı gazetede, onun yaşına ve tecrübesine saygı duyan genç gazetecilere söylemişse, hepsi de gülerek kafa sallamış olabilirlerdi.

   “Bir sanatçıdan ziyade, hiç para sıkıntısı çekmemiş, kolleksiyoncu bir snob örneği. Zevksizliği ve cimriliği yüzünden evini ikinci sınıf ucuz sanat eserleriyle doldurmuştur. Sanatçılığa özenmekle birlikte, sadece eleştirmenliği sayesinde sanatçıların yanına yaklaşabiliyor.”

   Bergmann, evinin çalışma odasında asılı tabloları düşünerek içini çekti. Tanrının cezası saat firmasının cehennemden ödünç alınmış patron ofisinde oturuyor olsaydı, en azından bir Picasso, bir Matisse tablosunun sahibi olur, önce ucube duvar kağıtlarını değiştirirdi ve o harlı kırmızıya son verirdi. Ofisteki eski tabloları müzelere bağışlar, asırlık ahşap masa ile gösterişli koltuğu Julius’un evine gönderirdi. Böylece Julius, bahçeye karşı koltuğunda ömrünün sonuna kadar oturabilir, isterse koltuğunda ölebilirdi.

   “Bergmann, okur mektuplarına mutlaka cevap verir, ya da verdirir mi demeliyiz? Gazeteye onun adına gelen mektupları okuyan ve yanıtlamaya değer olanları masasına koyan renksiz sekreter kız, Bergmann’la evlenip aynı işi onun evinden yapmaya dünden razı. On parmak fırtına gibi yazdığı daktiloyu konuşturan sekreter adaylarının en hızlısı ve en güzeliydi. Gazetede çalışmaya başladığından beri gözü Anton’da. Gel velakin bay Bergmann, kendini ‘sanata’ adadığını söyleyip, aslında sadece kariyerini düşündüğünden, bu konuda dikkate değer bulmadığı kişilere ayıracak zamanı, sekreter kızlara ayıracak libidosu bulunmamakta.”

   Bergmann dişlerini sıktı. Davidoviç onu iyi ki yakından tanımıyor, böyle şeyler söyleyemiyordu. Okurlara gönderilen mektupları elbette sekreter kız yazıyor, bunun için maaş alıyordu. Diğer eleştirmenler de, çalıştıkları küçük gazetelerde sekreterlik hizmetinden yararlanıyorlardı. Aynı şey Davidoviç için de geçerliydi. Onun sekreteri yok muydu sanki.

   “Bergmann da yazılan mektupları lütfen imzalar.”

   Evet, gönderilecek okur mektuplarını hemen imzalıyordu. Okurlara yanıt vermek, özgürlükler ve kişisellikler devrinde artık önemseniyordu.

   “Bergmann, sanat camiasından biriyle evlenmek ister. Mesela, Cosmopolitan oyuncu kadrosunun yıldızı Monica Colinsky ile mutlu bir izdivaç, ne de güzel olurdu. Sanatçılar tarafından sevilmek, Bergmann’ın gerçekleşmemiş hayali, yalnızlığının tesellisi.”

   Bergmann şarabından bir yudum daha aldı. Hayalindeki Davidoviç, atlar gibi sırıtarak sözlerine devam etti.

   “Sarışın Colinsky, her sahici sanatçı gibi, her hangi bir eleştirmenle evlenmeyi düşünmüyor. Kırk küsür yaşındaki Bergmann’ın o uzun boyu ve renksiz mat çehresiyle, Colinsky’nin ilgisini çekme ihtimali bulunmuyor.”

   Cosmopolitan, işini gücünü bırakmış, loca katındaki bar kanepesinden dışarıyı seyreden Bergmann’ın sessiz monologunu dinliyordu.

   Davidoviç, 1920’li yılların kutuplaştırıcı keskin diline sadık kalarak kaleme aldığı bir yazısında, sinemayı tiyatronun dejenere olmuş hali ilan edince, Bergmann ona hemen bayrak açtı. Davidoviç, sinemayı tiyatronun kötü bir kopyası sayıyordu.

   “Sinemada erişilen ilüzyon düzeyi, sergilenen olayı çok daha inanılır kılıyor, kanlar akıyor, aktörün özenle makyaj yapılmış yüzünde ölüm daha sahici duruyor. Tiyatro daha farklı. Orada, gerçeğin taklit edildiğinin farkındayız ve çok da gerçeğe benzememesiyle barışık halde seyrediyoruz. Sahnede düşen kişinin aslında ölmediğini biliyorsunuz. Sinema oyuncusu, seyircisinin ağladığını asla hissetmiyor, kahkahalarını hiç duymuyor. Filme alınan sanatçı, seyirciden kopuk bir kişi. Oysa sanat denen şeyin zirvesi, sanatçı ile izleyici arasındaki doğrudan etkileşimde yükselir ve hiçbir sanat dalında sanatçı, izleyicisiyle tiyatro kadar yakın ve yoğun iletişim halinde değildir. Tiyatro’yu sanatların en yücesi yapan, bu özelliğidir. Sinema çok büyütülüyor. Seyircisiyle sanatçısının iletişimleri açısından kıyaslandıklarında sinema, tiyatrodaki yoğunluğun kötü bir kopyası olmaktan ileri gidemez ve hep öyle kalacaktır. Sanatın halkla buluşup onu sahici sanat yaptığı iletişim ve etkileşim ânı, her tiyatro oyununda yeni bir kalitede tekrarlanır. Her oyun ve her oyunda tekrarlanan performans, hem seyirci, hem de sanatçı açısından tektir. Sinemada çekilen bir sahne, bir sonraki gün, aynı şeyin bire bir tekrarıdır ve sinema sanatçısı gösteriler esnasında seyirciyle iletişim halinde değildir, hiçbir şey hissetmez, ama tiyatro sanatçısı her oyunu yeniden ve başka türlü yaşar. Tiyatro hem sanatçı hem de seyirci için yaşayan bir sanattır.”

   Davidoviç’in tiyatroyu güzelleyen eleştiri yazısına Bergmann çok sert tepki gösterdi.

   “Sinemada perdede gösterilenleri seyredersin, onlar seni görmez, duymaz, sadece bir görüntü ve sestir, ama sinema sanatçısının seyircisiyle etkileşiminin olmadığı söylenemez. Filmde görüntünün gücü çok yüksektir. Sinemaya, yoğunlaştırılmış otantik hayatları seyrederek onları yaşamak için gidilir. Orada Tanrı rolü oynayan aktör, tiyatrodakinden daha inandırıcıdır, zira sinemada kullanılan efektler, tiyatroyla kıyaslanamayacak kadar zengindir. Sinemada, kendi hayatımızın sıkıcı kadersel tekrarlarını unutur, filmdeki daha iyi ve daha ilginç yoğunlukları yaşarız. Film yıldızlarına bakın, onlar yeni mitlerin vücut bulmuş halleridir. Bir Humphrey Bogart, Amerikan sosyal tarihinin bir ifadesi olarak herkesin tanıdığı bir yıldızdır. Son filmlerinden ‘Biz melek değiliz’ (We’re no Angels) filmi ne kadar dokunaklıdır. Heinz Rühmann da öyle değil midir. Tiyatro oyuncusu olarak çok başarılıydı, ama sinema filmlerinde oynamaya başladıktan sonra tüm ülkede tanıdı. ‘Feuerzangenbowle’ filmini kim bilmez. Bogart’ı da bütün dünya tanıyor. Bu tanınmışlık, sanatçı ile seyirci arasındaki iletişim ve etkileşimin başka bir biçimde sürdüğünü, hatta arttığını göstermez mi? Davidoviç, bit pazarına layık fikirleriyle çağa uyum sağlayamıyor. Sinemayı küçümsemesi, zamanı ıskalamış kalemşörlere has trajik bir komiklik.”

   Bergmann’ın bu sözleri hedefine ulaşmış, duayen eleştirmen Davidoviç’i can evinden vurmuş görünüyordu. Yaşlı eleştirmenden uzunca bir süre ses çıkmayınca Bergmann, taşı gediğine koyduğundan emin oldu. Davidoviç’i eleştirdiği yazısı, diğer eleştirmenlerin de örtülü desteğini kazandı. Atışmaya katılan iki yerel gazete yazarına bakılırsa, “Yirminci Yüzyılda böyle demode fikirler savunulamaz” idi. Davidoviç’in yazıları gazetede bir süre görünmeyince, haftada bir yayımlanan eleştirilerine geçici olarak son verildiği dedikodusu yayıldı. Gazeteciler, dedikoduyu severler, nihayet o da bir gazetede çalışıyor, gazeteci sayılıyordu, hem de bir yazısında popüler basını, “halkı meşgul etmeyi amaçlayan bir tür eğlence kurumu” ilan etmesine rağmen. Gazetecilerin pek haz etmediği, yazısını evden yazıp kızıyla gazeteye gönderdiği için Bergmann’ın çalıştığı Rosenwertheimer Zeitung’a rakip Rundschau’nun şehir çıkışındaki yeni binasında nadiren görünen Davidoviç’in, her Cuma aksatmadan yazdığı yazılar, haftalardır rahatsızlığı gerekçe gösterilerek yayınlanmıyordu. Gazete okuru unutkandır, bir gazete yazarı sayfalardan kaybolsa farkına bile varmaz, ama Klaus Davidoviç gibi birinin eksikliği hemen hissedilir. Onun Cuma günü yayınlanan yazısını okumadan tiyatroya gitmeyen, uç fikirlerini de köşeli karakterinin gereği sayan sadık bir okur kitlesi mevcut.

   Bergmann, adamın fikir ve değerlendirmelerini eleştirmek bir yana, yemek masasının başında sırıtan suratına kurşun sıkmayı bile, defalarca aklından geçirmişti. Gene de bazı günler, yazısını “bit pazarı” ve “trajik komiklik”le bitirerek biraz fazla ileri gittiği fikrine kapılıyor, pişmanlık duyuyordu. Eski idolünün gönlünü almayı düşündüğü de oluyor, sonra vazgeçip, “az bile yazdım” diye gururlanıyordu. Daha önce adamı yerin dibine sokacak başka yazılar de yazmıştı, ama bunu, kibarlığından ve inceliğinden taviz vermeden yapmıştı. Son yazısı çok sertti. Bazen bir tek söz, kurşundan daha etkilidir. Karlı Alp dağları eteğinde yüksek sesle söylenen sözlere de, sözlerin yer ve zamanına da dikkat edilir. Dağları çileden çıkarmamak, olmadık yerlerden zirveleri zorlamamak, mesela çığlara neden olmamak gerekir. Bavyera dağlarında bu kurala uymayanlar pisi pisine can verir.

   Sinemaya karşı anlamsız antipatisi nedeniyle Davidoviç’in okurlarından da tepki aldığı, Bogart ve Marilyn Monroe hayranı gazete patronunun, “O ihtiyar bunağın abuk sabuk yazılarını bir daha gazetemde görürsem sizi de kovarım” diye sayfa redaktörlerini azarladığı söyleniyordu. Rasyonel sınırlar içinde kalmaya dikkat eden gazetecilerin kendi aralarında yaptıkları dedikodular, rasyonel sınırları zorlayan abartılara açıktır.

   Yaşlı eleştirmenin çalıştığı yerel gazete, onun yazılarını aynı gün yayımlayan büyük ulusal Die Allgemeine gazetesi yönetiminden yükselen itirazlardan ürkerek Davidoviç’i emekliye sevketmiş de olabilirdi. İyi yazarlar için yaş haddi diye bir şey yoktur. Yetmişini çoktan aşmış Davidoviç için bu kural, iyi yazar sayılmadığı gün geçerliliğini yitirmiş olabilirdi. Eleştirmenler dünyasının karla kaplı yüksek dağı susmuş görünüyordu ama son yazısını belki henüz yazmamış, son sözünü söylememiş, belki çığ olup Bergmann'ın üzerine inerek onu ezmeye karar vermemişti. Dikkatle kulak kabarttığı gazeteci fısıltılarına bakılırsa, Davidoviç’in bileti çoktan kesilmişti. Küçük gazeteler, rezil olup kovulmuş yaşlı bir eleştirmeni sayfalarına kabul etmezlerdi. Birkaç abone dışında esamisi okunmayan çok küçük gazatelerde yazmaya da Davidoviç tenezzül etmezdi. Koca göbekli laf ebesi, belli ki Bergmann’ın önce davranarak harekete geçirdiği çığın altında kalmıştı. Genç eleştirmen, en önemli rakibini yok etmenin gizli gururunu yaşarken, tetikçi sıfatının üzerine yapışmasını önlemek amacıyla, adamın yazarlığının son günlerininde ona centilmence davranmak için fırsat kolluyordu. Ne de olsa düşene vurulmazdı. Ya da Davidoviç’in sözleriyle, “Erdemli bir tavır sergilemek, yeteneksiz kariyeristler açısından en konforlu tutum” idi. Duayen eleştirmenin yazın hayatından kaybolup evine çekilmesinden sonra, Bergmann’ın kafasının içinde konuşup duran bed sesi de susacaktı elbet. Yazmayan biri, yazan eleştirmenler dünyasında yaşıyor sayılmazdı, sanatçılar dünyasına zaten alınmaz, kabul edilmezdi.

   Bölgedeki yerel gazetelerde tiyatro yazıları yazan eleştirmenlerin takip ettiği dört tiyatro, iki de sinema bulunmaktadır. Özel cep tiyatrosu Windmühle’yi saymazsanız, geriye iki devlet tiyatrosu ile Rosenwertheim’daki Cosmopolitan kalıyor. Hepsi de savaş sonrasının kasvetinden kurtulmak isteyen vatandaşlar arasında büyük ilgi görüyor. Her kasabada tiyatro olmadığından, bölgenin bütün tiyatroseverleri trenlere doluşarak veya arabalarına binerek bölgedeki tiyatrolara geliyor, salonları dolduruyorlar. Savaş felaketinin yaşandığı günlerde bile kapanmayan Cosmopolitan, hem Nazilerin hem de savaş sonrası siyasilerinin desteğini almış nadir kurumlardan.

   Bergmann kravatını gevşetip kırmızı şarabından son bir yudum daha aldı, bardağını yanındaki üç ayaklı oval masaya bıraktı. Modaya uygun asimetrik şekli nedeniyle “böbrek masa” diye adlandırılan lamine yüzeyli mobilyanın üst kattaki küçük bara alınmasını tiyatronun müdürü George C. Baker’a o önermişti. Kamusal desteği kaçırmamak adına ezbere bildiği Schiller ve Shakespeare oyunlarının da sahneye konduğu Cosmopolitan tiyatrosu, elbette modern bir yer olmalıydı. Müdür Baker ile kişisel dostluğu nedeniyle sık sık tiyatroya gelen Bergmann'a kalsa, üst kat salonunun modernleşmesi adına, mesela şu ayaklı saatin defedilme vakti de gelmişti.

   Bergmann, günün eleştiri yazılarını okumak için gazeteleri pupa yelken açmadı, sabahtan hepsini okumuştu. Son yıllarda sinema eleştirileri de yazıyordu. Savaştan sonra Avrupa sinemalarında neredeyse her iki filmden birinin Amerikan filmi olmasına tahammülsüzlük gösteren eleştirmenlerden değildi. Elvis Presley’in hareketli Rock’n Roll müziğine kapılıp o acaip dansları yapmayı havailik saymakla birlikte, evinde Amerikan işgal kuvvetlerinin “American Forces Radio”sunu dinliyordu. Seyirciler arasında görülüp tanınmak pahasına Roxy sinemasında Presley’in “Love Me Tender” filmine gitmiş ve filmden ziyade, genç seyircilerin Elvis’e abartılı ilgisini izlemişti. Bogart’ın hiçbir filmini kaçırmıyordu. “Bus Stop” filminden beri Marilyn Monroe’nun hayranıydı, Marlene Dietrich’in sinemada izlediği filmlerinden sonra son zamanlarda yoğunlaştığı müziğini de izliyor, her plağını satın alıyordu. “Lili Marleen”, evde en sık çaldığı plaktı, “Sag mir wo die Blumen sind” de öyleydi. Kadınların pantolon giymeye özenmesini sağlayan bir aktristin, sinema seyircisi ile etkileşim halinde olmadığını söylemek mümkün müydü. Ah Davidoviç.

   Bergmann, sinemada film seyrederken, eleştirmenlerin kendi aralarında sık sık gündeme getirip asla yazmadıkları o meşhur soruyu kendine de sormuştu.

   “Tiyatro çağı kapanıyor mu?”

   İnsanlık tarihi kadar eski bir sanat türünün gözden düşmesi ihtimali bulunmasa da, Amerikan filmlerinin özellikle genç seyircileri büyülediği tartışılmaz bir gerçekti. Davidoviç, yeni Amerikan sinemasına ifrit olan eski moda eleştirmen sıfatıyla, “Sinemayı Amerikalılar değil Fransız Lumiere kardeşler icad etti, hiç olmazsa Fransız filmlerini izleyin” diye yazdığında da, Davidoviç’e saldırmak için eline bir fırsat geçirdiğini anlamakta gecikmeyip, adamı yerden yere vurmuştu. Eleştirilerin, insanları çene yarıştırmaya yönlendirmesi, gazete yöneticilerinin ve patronlarının sevdiği kalemşör meziyetlerindendir. Skandala dönüşmemesi kaydıyla arada sivri laflar kullanmak iyidir. Ulusal gazetelerin, yerel gazetelerden aldıkları yazıları durdurma kararları da küçük gazeteler için daima tayin edici önemdedir. Düşük bütçeli yerel gazetelerin, ortaklık kurdukları büyük gazetelerle iyi geçinmeleri gerekir. Keskin yazılar yazmak zevkli olduğu kadar risklidir.

   “İnsanın usulen yazıp söyledikleri bir yana, hesaba katıp ciddiye aldıkları, sadece kamu önünde meşruiyet kazanmış sanatçılar ve eleştirmenlerden ibaretse, küçücük bir azınlığın dengesiz zirvesinde peşinen zor bir hayat seçmiş demektir. O zirvelerden kolayca kayılıp derinlere düşülebilir.”

   Bir türlü bitiremediği yemek tabağının başında oturan Davidoviç, gözlerini açarak alaycı bir dille, “Tiyatro eleştirmenlerinin genç kralı Anton Bergmann, Cosmopolitan’ın kırmızı kadife perdeli dev sahnesini en iyi gören locasını, adeta adına kayıtlı özel mekanı haline getirerek, kraliyetini perçinlediğini sanıyor. Ona tacını giydiren asıl banisi, tiyatro müdürü Profesör Baker” dedi.

   Bergmann derin bir nefes aldı. Barmen şimdi uzun bar masasının ardında eğilmiş, büyük bir ciddiyetle notlar alıyor, masanın üzerindeki kağıda bir şeyler yazıyordu. Bulunduğu yere ait değil de, tesadüfen orada bulunan bir yazar gibi uzun uzun yazıyor, durup düşünüyor, yeniden yazıyordu. Eleştirmen, “Birine mektup yazıyordur” diye düşündü. Yazardan ziyade iyi giyinmeye özen gösteren bir muslukçuya benzetebileceği barmeninin takma adla hikayeler yazdığı fikri, tiyatro çatısı altında aşina olduğu normlara aykırıydı.

   “1950’li yılların adı konmamış bakımsız dandy’si, süt benizli kült eleştirmen Bergmann, kendini Cosmopolitan’ın ruhu sanıyor.”

   Bergmann, gözlerini yeniden ayaklarına çevirirken, Davidoviç bir kahkaha attı, koca kafası iki yana doğru garip bir şekilde sallandı. Davidoviç Gasthaus’daki ahşap sandalyede arkasına yaslandı, düşmüş başını omuzundan kaldırarak iri ve parlak gözlerini yeniden Bergmann’a dikti.

   “Tiyatro sanatının yazarından yönetmenine, oyuncusundan müzisyenine kadar her sanatçısı, yaşadıklarından ilham ve anlam üretirken, Bergmann yazı üretiyor. Sanatçılar, Bergmann’ın en kıymetlileri. Hayatında aniden gelişen sürprizlere maruz kaldığında Tanrı’ya sığınıp konuları kadere bağlayanlar, Bergmann’ın ilgi alanına girmiyor. Sanatçılar dışındaki insan kalabalığının sıradanlığında bir derinlik de aramıyor. Onların, sanatçılara ilham kaynağı olduklarını bilmek istemiyor. Genç snob, abartılı bahar yağmurlarından yararlanmasını bilmeyen, yağmur sularının üzerinden akıp gittiği dik çatılar gibi biri. Oysa insan, sürpriz rahmetlerin içine nüfuz etmesine izin veriyorsa sanatçı olabilir. İlhamın filizlenerek yeri göğü tutan çiçek deryalarına dönüşebilmesini sağlayan kişidir sanatçı. Bergmann, eleştirmenlikten daha fazlasını hak ettiğini, nihayet bir gün yoluna sanatçı olarak devam edeceğini hayal ededursun, çekmecesindeki yarım kalmış tiyatro oyunlarını bir türlü yazıp bitiremiyor. Gazete çalışanı bir eleştirmenin trajedisi, bunları bildiği halde, okunup bir süre sonra unutulan yazılarına devam etmek zorunda kalmasında yatar.”

   Bergmann, gözlerini Cumhuriyet meydanına çevirdi. Yağmur dinmişti.

   “Sanatçıların yanında kendini gerçek mekanında hisseden Bergmann, ne yaşarsa yaşasın, sanat adına yazdıklarının kalitesinden emin olamıyor. ilhamının ona verdiği ifade izninin eleştiri yazılarıyla sınırlı olduğunu kendine itiraf edebilmesi için belki ellisini aşıp altmışına merdiven dayaması gerekiyor. O yaşa ulaşıncaya kadar, olgunlaşmamış birkaç sanatçıyı daha yerin dibine sokarak aslında kendi seviyesizliğine isyan edebilir, başka bir sanatçıyı göklere çıkarıp onunla birlikte yüceldiğini hayal edebilir. Ama ne yazarsa yazsın ve ne kadar iyi yazarsa yazsın, eleştirmenlikten sanatçılığa terfi edemeyeceği korkusu onun yakasını bırakmıyor. Çekmecesinde sakladığı oyun taslaklarının asla oynanmayacağını, oynansa da diğer eleştirmenler ve sanatçılar tarafından asla ciddiye alınmayacağını düşünüyor.”

   Bergmann gözlerini kapadı. Gözyaşlarını kendine bile göstermek istemiyordu. Gözlerini araladığında Cumhuriyet meydanı buğulandı. Derin bir nefes aldı. Toparlanmak için kendine bir kaç saniye zaman tanıdı, kanepeden kalktı ve barmenin yüzüne bakmak zorunda kalmamak adına şarabının hesabını ödemeden lavobonun yolunu tuttu. Loca’ya gitmeden önce yüzünü yıkayıp kendine gelmeliydi.

   “Yazı yaşamınıza eleştirmen olarak başladıysanız, eleştirmen olarak devam edersiniz. Şaşmaz eleştirmenlik gerçeğinizi değiştirmeye kalkmanız halinde alacağınız en yok edici tepkiler, bir zamanlar eleştirdiğiniz sanatçılardan ve diğer eleştirmenlerden gelir. Sohbetlerinde sizi ima ederek küçültürler, sonra da zevkle imha ederler.”

    Gong sesini duyulunca Bergmann, yanından geçtiği ayaklı saate paylar gibi dik dik baktı ve lavaboya doğru yürüdü.


(…)